Tuesday, March 14, 2017

Osmanlı'larda Afyon ve Esrar Kullanımı

Osmanlılarda Afyon ve Esrar Kullanımı: SOURCE  

Osmanlı döneminde afyona ‘tiryâk’, afyonu kullanana ise ‘tiryâki’ denirdi.istanbul’da esnâf-ı bengciyan adı verilen bir sınıf bulunuyordu. Bunlar  Süleymaniye semtindeki Tiryâkiler Çarşısı’nda yer alan dükkânlarda şurup,  macun, levha gibi esrar ihtiva eden müstahzarlar hazırlayıp tiryâkilere  
satıyorlardı.Abdulaziz Bey, Dersaadet halkının yüzde sekseninin afyon kullandıgina ve cami ve tekkelerde bulundukları zaman bile ceplerinde taşıdıkları kutulardan hap halinde yapılmış ‘gıda’ olarak tabir ettikleri afyonu çıkarıp kullandıklarını ve afyon kullanımında tam bir serbestlik olduğunu  
belirtmektedir.Öyle ki, bazı Anadolu kentlerinde içine afyon ya da buna  
benzer maddeler konan ‘berş’ satışı bir gelir kaynağı idi.18. yüzyılda afyon  
üretimi öyle bir noktaya geldi ki, afyon gibi maddelerin ihracatı yapılmaya bile  
başlanmıştı. Öyle ki, bu dönemde afyonun ekimi, yetiştirilmesi ve hasatı  
konusunda halkı aydınlatmaya yönelik zirâî bilgilere dayalı layıhalar dahi  
yayınlanmıştır.  

Yine 1584 yılında afyona olan eğilimi bilinmesine rağmen Özdemiroğlu  
Osman Paşa sadrazamlığa getirilmişti.  
Abdülaziz Bey’in anlattıklarına göre istanbul’da afyon tiryâkilerinin pek  
çoğu Süleymaniye Camii şerifi karşısında ve medresenin altında otuzbeş  
dükkândan ibaret sıra kahvelere devam ederdi. Her biri ancak on beş kişi alabilen  bu kahveler hergün azına kadar tiryâkilerle dolardı.Bu tiryâkilerin bir kısmı  vaktiyle esnaflık yapmış ihtiyarlayınca işten çekilmiş, bir kısmı da vezirlerin ve  valilerin maiyetinde taşrada gezmiş, yaşlandıktan sonra evlerinde oturan kimselerdi.22 Bunun dışındaki afyon tiryâkilerinin büyük çoğunluğunuda  
 gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları halde son zamanlarında içkiyi terk  
 edip kendilerini avutmak ve neşelerinin temin etmiş olmak için afyon kullanan  
 kesim oluşturmaktadır.17. yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar geçen süre  
 içinde istanbul’da afyon kullanmayan ilmiye mensubu hemen hemen yok  
 gibiydi.  

 Evliya Çelebi, Afyonkarahisar’da sadece esnafın değil, kadınların da afyon  
 kullandıklarını şaşkınlıkla ifade etmiş, Afyonkarahisarlı erkeklerin kendileri gibi  
 afyon içen karılarına katlanamadıkları için kahvehanelerde vakit geçirmeye  
 başladıklarını ve stoklarını da civar bölgelerden temin ettiklerini belirtmiştir.  
 Afyon ve esrar gibi uyuşturucu kullanmak zamanla kahvehanelerdeki  
 etkinliklerden biri haline gelmişti. 1670 yılında izmir civarını dolaşan J. Covel[1]  adlı bir ingiliz din adamı ‘afyoncu olan yaşlı bir kahvehane sahibi’ne  
 değinmektedir.  
 IV. Murad’dan önce hiçbir padişah afyondan yana olmaya da, afyona karşı  
 olmaya da cesaret edememişti. Fakat IV. Murad fazla dozda alındığı takdirde bu  maddenin insanı sarhoş ettiğini öğrenince afyonu bütün tebaasına anında yasak  ettirdi. Bu ilk kurbanı ise Hekimbaşı Emir Çelebi olur. IV. Muradın Bağdat seferi  
 sırasında yanında olan Emir Çelebi yanında taşıdığı afyon macununu gizli gizli  
 kullanmakta idi. Bu durum padişaha bildirilmiş ve padişah da Emir Çelebinin  
 elbisesinin altında sakladığı afyon macunun bularak hepsini yedirtmiş ve o günün  akşamı Emir Çelebi komaya girerek ölmüştür.IV. Murad’ın ölümünden sonra  afyon kullanımı iyice yayılmaya başlanmıştır. 

 Afyona mercimekten daha küçük bir miktarla başlanır, yavaş yavaş iri  
 fındık büyüklüğüne kadar yükseltilir. Zamanla birkaç misline çıkaran, bu kadar  
 afyonla bile yetinemediği için içine ‘ak sülümen’ (Cıva ile klorun birleşimi olan, çok zehirli, beyaz bir toz) denen zehri koymaya mecbur  olan tiryâkiler vardır.Bunun dışında afyonun tütünle karıştırılarak nargileyle de  
 içildiği gibi sıvı halinde de içildiği görülmüştür.Ayrıca kahvehanelerde tiryâki  
 müşterilerine kahveden evvel bir fincan afyon şurubundan vermek adetti.  
 Abdülaziz Bey bir afyon tiryakisinin günlük yaşamanı şöyle anlatır:  
 “Afyonun kötü tesiriyle çok zayıf, çelimsiz ve çoğu da ihtiyar olduklarından en  
 ufak bir gürültü ve şamatadan ürküp, telaşa düştükleri için afyon kahvelerinde  
 çok sakin, sessiz oturulur, her türlü hareketten kaçınılırdı. Süleymaniye’deki  
 Tiryaki Çarşısı halkı gece ikilere kadar bu kahvelerde otururdu. Evi uzak  
 olduğundan erken gitmeye mecbur kalanlar arkalarında ufak zembil, ellerinde  
 bir değnek, ufak mum amma fenerle suratları asık, gözleri uyur gibi, benizleri  
 soluk, sesleri kısık, düşkün bir halde kızgın ve öfkeli bir tavırla kahvehaneden  
 çıkarlardı…Uzun bir yolu olan fakat bu müddet zarfında da afyonsuz ve kahvesiz  
 duramayan tiryakiler tenhada münasib virane bir köşe bulup zembilini indirir,  
 zembiline koymuş olduğu ufak tahta parçaları, kuru yaprak ve çırayla bir ateş  
 yakar, yine zembilinden cezve ve fincanını çıkarıp kahve pişirir, kahve ile bir de  
 afyon yutar, keyfini yeniler, sonra da yine güçlükle yoluna devam ederdi.”  
 Afyon tiryâkileri sarhoşlar gibi öteye beriye sataşma, ellerine taş alıp atma  
 gibi davranışlarda bulunmazlardı. Bu tip insanlar genellikle yaşlı ve halsiz, bitkin  
 oldukları için onların kızgınları herkesin hoşuna giderdi. Hatta çocuklar bile  
 yolda rastladıkları tiryâkilere takılmayı âdet edinmişlerdi.  
 Tiryâkiler, Ramazan ayında afyonu macun haline getirir, macunu iki üç kat  
 kâğıda sararak sahurda iki üç tane yutarlarmış. Böylece kâğıt mide öz suyunda  
 eriyince macun midede dağılır ve birkaç saatliğine keyif devam edermiş. Ancak  
 bu planın yolunda gitmediği, afyon kâğıdının zor parçalandığı yahut kana  
 karışması geciktiği durumlarda tiryâki krizlere girer ve dış dünyadan âdeta  

kopuverir. Afyonu patlayıp kana karışıncaya kadar da farklı tepkiler verir.  
 Konuşulan veya yapılan şeye uygun karşılık verilmeyen, anlama ve algılamada  
 geciken durumlarda ‘daha afyonu patlamamış’ deyimi kullanılması da  
 bundandır.Ramazan aylarında ayyaşlar iftarda şarap yerine afyon şurubu (berş)  
 içerlerdi.Afyon tiryâkilerin hayâl âlemi içinde söyledikleri sözlere cahil halk  
 ‘keyif ve keramet’ kıymeti verirler, derviş kılıklı tiryâkileri ise evliyâ yerine  
 koyarlardı.Afyon tiryâkiliğinin endişe verici şekilde yayılmasının ardından  
 hükümet 1723’te şeyhülislâmdan fetva alıp afyon tiryakiliğini ilan etmeğe  
 mecbur kalınmış, ne kadar afyon tiryâkisi varsa hepsi değişik yerlere  
 sürülmüştür.  
 Osmanlı Devleti dönemindeki uyuşturucuların başında esrar gelmektedir.  
 Zaman zaman yasaklanmış ve kullananların idamı için çeşitli fetvalar alınmışsa  
 da elde edilmesi ve kullanılması hiçbir zaman tam olarak önlenememiştir.ve  
 18. yüzyıllarda esrar kullanımı bir hayli artmış, küberâ ve ileri gelenler tarafından  da gizlice kullanılmıştır.  

 Osmanlılar döneminde esrara değişik isimler verilmiştir. Halk arasında  
 ‘maslak’ diye adlandırılan esrarın bunun dışında kullanılan isimleri şunlardır:  
 “keyf, fino, gonca, sarı kız, kaynar, antin, yunan, duman, gubâr, paspâl, hanteriş,  kabza, hurde, diş, hindi baba, dalga, haşiş, zâbıt duymaz, nefes, kırma, hûd, yuf,  dem, dûd-ı siyâh, kara biber, fülfül.”  

 Esrar içmeye mahsus yerler açılmış ve sayıları oldukça çoğalmışsa da  
 bunlar kahvehaneler gibi her yerde olmayıp, serbest de değildi.Esrarkeşler  
 arasında esrar kahvelerinde ‘tekke’ denilmektedir. Abdülaziz Bey’in  
 bildirdiğine göre esrarkeşler daha çok Aksaray’ın tenha yerlerinde ve  
 Tahtakale’de bulunuyorlardı. Esrarkeşlerin en önemli özelliklerinden biri, esrarı  
 birden çok kahveyi dolaşarak içmekti. Esrar genellikle nargile ile içilirdi. Esrara  
 mahsus nargileler bulunmaktaydı. Nargilenin gövdesi Hindistan cevizinden olur,  
 marpucu yerine de yarım arşın uzunluğunda bir kamış takılırdı. Nargile yere  
 konulur, kamış elde tutularak içilir, birkaç nefes çeken adam yanındakine verir,  
 sıra ile içerlerdi.4Hasan Bahri esrarkeşlerin meclisini şöyle anlatır: “Nargile,  
 tavla, basdır, ateşle yak! işâretleri üzerine hazırlanır. Nargile yani kabak ocakçı  
 tarafından ince fasılalarla çekerek alışdırılır. iyice yandıktan sonra tamam bir  
 nefes çeker sonra nargileyi takdim eder. Meclisde bulunanlara sıra ile ocakçı  
 tarafından dolaştırılarak diğerleri de çakarlar. Nargileyi bekleyen bazı  
 kalenderler de sabr u takâtı kalmadığından intizârın şiddetli âteşi içinde feryâd  
 ederek okurlar:  
 ‘Dem demi Haydar, sahib-i kalender, münkîre tir, yezide hançer, ârife  
 eker, yuf yezide, çiksun iki gözide, dem olsun zem’  
 Bu sırada esrârîlerden biri kabağı çekeceği sırada yuf deliğini açup  
 nargilenin dumanını boşaldup nargilenin kamışını ötdürür ve söyler:  
 ‘yak, yuf, yuf yezide, nargilemizi içün veli, içmeyen deli, pirimiz Hacı  
 Bektaşi Veli, yuf…’ der çeker.”  
 Osmanlılarda esrar sarhoşlarına ‘hayran’ denilirdi. Hayran olanlar  
 uyuşturucunun verdiği şehâvet ile donuk donuk, sanki görmüyormuş görse de  
 farkına varmıyormuş gibi bakarlardı.Esrar içenler yüksek sesle kahkahalarla  
 gülmeye başlar, kendi kendine bir sürü anlamsız sözler söyler, arada bir sebepsiz  hiddet fırtınalarına kapılır ve gülünç duruma düşerlerdi. Kibarlar da nedimlerine  
 ve dalkavuklarına içine esrar koydukları yaş veya kuru incir yedirir, bunun sebep  
 olduğu garip ve tuhaf hallerine bakarak eğlenirlerdi.  
 Esrarkeş takımı arasında afyon tiryâkilerinde olduğu gibi efendiden ve  
 ağadan kimseler bulunmazdı. Esrarkeşler serseri, harabati ve işsiz takımından  
 olduklarından esrar kahvesi kapandıktan sonra istanbul’un çeşitli yerlerinde,  
 sokak ortalarında düşüp kalır, cami avlularına kadar girerek sızıp kalırlardı.Dr.  
 Mongeri, 1860 yıllarında istanbul’da görülen akıl hastalıklarının bir sebebinin de  
 esrar olduğunu da açıkça dile getirmiştir.  
 Esrarkeşlerin nazarında paranın, hayatın, dünyanın hiç ehemmiyeti yoktur.  
 Yegâne düşünceleri esrar tedarik etmektir. Bunlar için hayat, esrardan sonra  
 başlar.49 Esrarkeşler esrar bulamadıkları zaman tırnaklarını kesip içerler. Bunun  
 da tükendiği zaman zefir, pirinç, çay, süpürge tohumu, kuru tönbaku içerler.  
 Esrarkeşlerin baş ve şehâdet parmaklarının ortaları esrar kırmaktan çürümüştür.  
 Esrar kırmak için tırnaklarının uygun yerlerini kesmezler.  
 Hasan Bahri, esrarkeşlerin hayatlarını altı basamaklı merdivene benzeterek,  
 bu basamakları şöyle gösterir: 1. Basamak: neş’e, 2. Basamak: Za’fiyet, 3.  
 Basamak: Kayıtsızlık, 4. Basamak: Sefâlet, 5. Basamak: Hastane ve 6.  
 Basamak: Mezar  
 Osmanlı dönemindeki Bâtınî tarikatlarından olan abdâllar sürekli esrar  
 (haşiş) içerlermiş. Öyle ki esrar abdâllara has olarak kabul edilirdi. Âbdâlların  
 pîrinden islâm Baba esrar içme sebeplerini Hz. Ademe dayandırarak şöyle  
 açıklar: “Hazreti Âdem kûh-ı Serendib’de sedd-i ramak (ölmeyecek kadar yiyip  
 içme) için haşiş (esrar) eklederdi (yiyerdi). Biz dâhi ana tâbiyet edüp miyanımıza  
 (yanımıza) tennûre başlayıp uryân ve ekl-i haşiş etmekle muttasıl (devamlı)  
 hayrân oluruz. Ve dahi âlemler içre seyahat ile her köşeyi seyrân ve muttasıl  
 esrar-hârlıkla esrâra vakıf olup hayran oluruz.şimdi ey hâce revâdır ki sen dahi  
 esrârımızdan nûğ ve gam-ı dünyayı bizim gibi ferâmûğ edip(unutup) esrâr-ı  
 âleme vâkıf u hakâyık-ı eşyâya (eşyanın hakikatleri) ârif olasın”Abdâllar gibi  
 Bektâşîlerin de esrar kullandıkları bilinmektedir.  
 Erenler! Tâlib-i esrâra bizden çok niyâz eylen  
 şarâb-ı aşkın a’lâsın içen abdâla aşk olsun  
 Âgehi  
 (Erenler! Esrar içip dalga geçen abdâllara bizden selam  
 söyleyin, aşk şarabının a’lâsını içerek mest olmuş varsa afiyet olsun yerine aşk  
 olsun diyelim)  
 Ahmed Eflâkî de Abdâllar arasında esrar içmenin yaygın olduğunu dolaylı  
 olarak ifade etmektedir.Bâki’nin şu beyiti de yine Abdâlların esrara olan  
 tutkularını açıkça dile getirmektedir:  
 Âşık ki sûz-ı aşk ile uryân olup gezer  
 Abdâldur ki âlemi hayrân olup gezer  
 Bâki  
 13. yüzyılda Anadolu’da Kalenderilerde haşhaş yeme ve esrar içme âdeti  
 yaygındı.15. yüzyıl başlarında ise Kaygusuz* Abdal, Rum Abdâlları arasında  
 esrarın sıkça kullanıldığını gösteren manzumeler yazmıştır.:  
 Gel içegördugnu cür’adan  
 Kaldır perdeyi aradan  

KAYNAKLAR:  
 Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri –insanlar, inanışlar,  
 Eğlence, Dil-, (Yayına hzl.: Kâzım Arısan-Duygu Arısan Günay), Tarih  
 Vakfı Yurt Yayınları, C.2, istanbul 1995.  
 AÇIKGÖZ, Namık, Kahvenâme (Klasik Türk Edebiyatında Kahve), AkçaYayınları, Ankara 1999.  
 Ahmed Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, C.2, (çev.: Tahsin Yazıcı), Milli Eğitim  
 Bakanlığı Yayınları, Ankara 1959.  
 Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmani, (hzl.: Recep Toparlı), Türk Dil Kurum  
 Yayınları, Ankara 2000.  
 Amasyan Efendi, Afyon Tohumu Zira’ına Dair, La Türki Matbaası, istanbul  
 1287, (Atatürk Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Seyfettin Özege Salonu,  
 No:108).  
 BAKTIR, Mustafa, “Afyon”,islâm Ansiklopedisi, DiA, C.1, istanbul 1988,  
 s.442.  
 Balıkhane Nazırı Ali Rıza, Bir Zamanlar istanbul, (hzl.:N. Ahmet Banoğlu),  
 Tercüman 1001 Eser, Tarihsiz.  
 BAYTOP, Turhan, “Esrar”, islâm Ansiklopedisi, DiA, C.11, istanbul 1995,  
 s.431.  
 Besim Ömer, Mükeyyifât ve Müskirâtdan –Afyon, Kahve, Çay, Esrar-, Mahmud  
 Bey Matbaası, istanbul 1305. (Atatürk Üniversitesi Merkez Kütüphanesi  
 Seyfettin Özege Salonu, No:10155).  
 Beyâni, Tezkire-i şuâra, (hzl.: ibrahim Kutluk), Türk Tarih Kurumu Yayınları,  
 Ankara 1997.  
 CANIM, Rıdvan, Edirne şairleri, Akça Yayınları, Ankara 1995.  
 CEBECiOğLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber  
 Yayınları, Ankara 1997.  
 DERNSCHWAM, Hans, istanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, (çev.: Yaşar  
 Önen), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992.


Portrait by Claude Laudius Guynier, 1716

[1] John Covel (2 April 1638 – 19 December 1722) was a clergyman and scientist who became Master of Christ's College, Cambridge and vice-chancellor of the University.

John Covel was born at Horningsheath, Suffolk, the son of William Covel. He was educated at Bury St Edmunds school and Christ's College, Cambridge, where he was made a fellow in 1659. In 1670 he went to Constantinople as Chaplain to the Levant Company. For a time he was in sole charge of the embassy there. He travelled widely in Asia Minor and described the buildings and plants which he saw. He purchased a lot of Greek manuscripts (including codices 65, 110, 321, 322, and ℓ 150). After his return and a period as Chaplain to the Princess of Orange in The Hague (1681-1685), he was elected the 15th Master of Christ's in 1688, a position he held until 1723. In his later years he developed the study of fossils.

 Elisabeth Leedham-Green, ‘Covel , John (1638–1722)’, Oxford Dictionary of National Biography, Oxford University Press, 2004, accessed 23 Dec 2007
"Covel or Covill, John (CVL654J)". A Cambridge Alumni Database. University of Cambridge.
 Christ's College website – list of previous masters
Christ's College Magazine No 154, Easter term 1942

References


Jean-Pierre Grélois (Éd.): Dr John Covel, Voyages en Turquie 1675-1677. Texte établi, annoté et traduit par Jean-Piere Grélois, avec une préface de Cyril Mango (Réalités Byzantines 6). Paris 1998. ISBN 978-2-283-60456-4


 

No comments: