Wednesday, November 21, 2012

R.E.Kocu | Istanbul Encyclopedia

R.E.Kocu | Istanbul Encyclopedia

Contributors: Haluk Akbay, Mehmed Ali Akbay, Şinasi Akbatu, Saim Turgut Aktansel, Sermet Muhtar Alus, Ekrem Hakkı Ayverdi, Naşid Baylav, Pertev Naili Boratav, Münir Süleyman Çapanoğlu, Osman Nuri Ergin, Muzaffer Esen, Enver Esenkova, Dr. İsmail Ersevim, Semavi Eyice, Ali Genceli, Ali Nüzhet Göksel, Hakkı Göktürk, Reşid Halid Gönç, İhsan Hammamioğlu, Vasıf Hiç, Mehmed Baha Kahyaoğlu, İbrahim Hakkı Konyalı, Eftim Lambooğlu, Reşad Mimaroğlu, Aziz Ogan, M. Kemal Özerengin, Yılmaz Öztuna, Kevork Pamukciyan, Şevket Rado, Ali Rıza Sağman, Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Cahide Tamer, Hadi Tamer, İbrahim Hakkı Tanışık, B. Ülker, Süheyl Ünver, A. Cabir Vada, Mahmud Yesari.

Illustratiors: Ferzan Baydar, Sabiha Bozcalı, Aydın Burteçene, Behçet Cantok, Hayri Çizer, H. Hüsnü Tengüz, Nezih İzmirlioğlu, A. Bülend Koçu, Reşad Sevinçsoy, Abdullah Tomruk 

Maltese Knife

İçim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı, kınsız,uyanık,
Ve genç bir mısradır
Filinta endam...
Neden, neden alnındaki yıkkınlık, 
Bakışlarındaki öldüren buğu?

Ahmed ARİF " HANİ KURŞUN SIKSAN GEÇMEZ GECEDEN"

Did Petri used a similar knife... Similar Modern Knives sometimes has a Maltese Cross mark...

İstanbul Ansiklopedisi,  1878'de işlenmiş bir "emsali çok görülmüş" bir cinayet dolayısıyla "Kara Yannis"in meyhanesinden söz eder. Cinayetle ilgili bir haberi  1880 tarihli Sabah Gazetesi'den olduğu gibi aktarır. 1878 senesinde, Kara Yannis'in meyhanesinde çırak olarak çalışan "şabbı emret" (henüz sakalı bıyığı çıkmamış) Pandelis, meyhane kapısı önünde dururken kendisine "harf endazlık" ta bulunmuş (yani laf atmış) Fosforlu namıyla maruf "mükerrere eshabından" (sabıkalı takımından) Marko'ya bir tokat aşketmiş, Marko da "hamil olduğu maltız kaması marifetiyle cerh ve katil ve bilahare firar etmişdir". SOURCE




Maltese Knife SOURCE

These unique knives known as the "Gharb Blade" ( Sikkina Tal-Gharb in Maltese ) are named after a small village Gharb situated in Malta's small sister island of Gozo. This small village became famous for the manufacture of these knives because they where considered to be the best & sharpest knives in the Islands and are still considered so today.

These knives where traditionally made by craftsmen for many generations and the method was passed on from father to son.

Unfortunately throughout the years this traditional method has been lost to all but a one craftsman in Gharb who is still forging these knives the way his ancestors did. 

The Knife:

The knife is a fixed blade approximately 250mm long in total, approx. 125mm blade and approx. 125mm handle. The blade is about 25mm wide and about 1-1.5mm thick. Since each knife is individually forged the sizes may vary a few millimeters. The handle is round and slightly tapered and is hand turned out of Mahagony wood. The blade goes all the way through a hole in the handle and is secured by a copper ring on the blade side of the handle and is bent into the wood at the other side of the handle.

I do not know which kind of steel is used for the blade but it is slightly flexible, very sharp and stays sharp for very long. Unfortunately it also rusts.
I cannot be sure about this but i was told that the blade is forged out of steel file steel.

GALATA'DA BİR SERİ KATİL: "Bıçakçı Petri"

SOURCE http://kamilpark.blogspot.com/

GALATA'DA BİR SERİ KATİL: "Bıçakçı Petri" 

 Lövanten ve Beyoğlu  başlıklı söyleşimin bir yerinde,Galata'nın  kriminal dosyasının pek iç açıcı olmadığını ima eden laflar etmiştim.Galata'da suç oranının yüksek olmasını sadece  "liman çevresi"  insanlarının  plep karakteriyle izah etmek eksik olur. Avrupa uyruklulara  tanınan ekonomik ve hukuksal ayrıcalıkların,  Avrupalı  plepleri suça adeta teşvik etmiş olduğunu da ilave etmek gerekiyor.Kapitalist ilişkiler üzerinde yükselen modern kent hayatının, kapitalizmin tanım itibariyle ancak eşitsiz, acımasız, bireyci hayat tarzlarıyla birlikte var olabilmesi nedeniyle, suç işleme oranını arttırdığı da sosyolojik bir vak'adır. 

Şimdi 1884'te ve 1890'ların başlarında Osmanlı İstanbul'u ziyaret etmiş Amerikalı yazar Francis-Marion Crawford'un yapmış olduğu Beyoğlu ve Galata betimlemelerine kulak verelim : " Pera herkesin bildiği gibi Avrupa sefarethanelerine ait kışlık ikametgahların bulunduğu ve başarılı Levanten sermaye sahiplerinin buram buram kokan perişan mahalleler arasında kendilerine muhteşem saraylar inşa ettiği aristokratik bir semt... Galata'ya gelince, dünyanın en aşağılık insanlarının mayalandığı bir fıçı adeta. Kasımpaşa'dan Tophane'ye kadar deniz kıyısında bir araya toplanmış bu güruhun bir benzerinin yeryüzünün başka herhangi bir şehrinde bulunabileceği şüpheli. Kriminal fizyonomi öğrencileri için gerçekten ilginç bir bölge; çünkü burada "medeni kriminal sınıflar" diye adlandırılabilecek insan türünün en aşağılık örnekleri yaşıyor....Bir nevi yeraltı yaşamı sürdüren Rumlar ve Ermeniler burada çeşitli illegal işlerle, kanunları hiçe sayarak, kendilerine gayet güzel geçim temin ediyorlar. Hristiyan olduklarından hepsi de Avrupa sefaretlerden birinin koruması altında ve ülkenin siyasi durumu bu suçluların tutuklanıp, cezalandırılmasını hemen hemen imkansız kılıyor. Çünkü bu kimselerin özgürlüklerine en ufak bir müdahale, koruması altında oldukları hükümetin "casus belli" siyle ("savaş nedeni") sonuçlanır " (1890'larda İstanbul, T.İş Bankası yayınları s.71-72) .

Bu akşam, Galata ve Beyoğlu'nun öteki yüzünden söz edeceğiz. Bu söyleşide son büyük İstanbul vakanivüsü merhum Reşad Ekrem Koçu başlıca referans kaynağımız olacak. Reşat Ekrem merhumun, aslına halel getirmeden romanlaştırdığını ancak yayınlamak için bir yayınevi bulamadığını belirttiği hikaye, tamamen gerçek polis kayıtlarına dayanmaktadır. Kendi ifadesi böyledir. Devrin gazeteleri ve halk tarafından "Galata canavarı" olarak adlandırılan,İstanbul'da rastlanan belki de ilk seri katil olan Bıçakçı Petri'den söz edeceğiz.  Keşke Reşad Ekrem merhumun romanını onun eğlenceli dilinden okuma olanağımız olabilseydi.Burada Reşad Ekrem tarafından anlatılan hikayenin bir özetini sunmaya çalışacağım.

Ancak hikayemize başlamadan önce, Galata'yı, Beyoğlu ve civarını hikayemizin geçtiği 19 yy son çeyreğinde gözümüzde tekrar bir canlandırmaya çalışalım. Dünyaya açık önemli bir limandır Galata. Hâlâ geniş olan  Osmanlı ülkesinin merkez limanıdır. Dünyanın bir çok ülkesinden buraya, ve buradan başka memleketlere, kentlere  kalyonlar (hem yelken hem de kürekle işleyen gemiler), buharlı gemilerle mallar ve insanlar taşınmaktadır. İklim şartları ya da işleri gereği, yılın belli zamanlarında bu gemilerin ya da taşımacılığın, transit geçişlerin aksayabileceğini, bekleyebileceğini, yolculuk eden insanların ve mürettebatın aylarca bu limanda kalabileceklerini dikkate alalım. Elbette limanın olduğu yerde sadece gemiler, iskeleler, gemiciler, yolcular yok. Onlara bir takım liman hizmetlerini veren kurumlar, tesisler, işletmeler ve insanlar var.

Böylesine dünyaya açık ve bu açıklığı birçok devlete tanınmış olan ticari, hukuki imtiyazlarla teşvik edilmiş memleketin en önemli limanının kozmopolit bir yapısının olması kaçınılmazdır. Farklı dilleri konuşan,farklı kültürlerden,farklı toplumsal katmanlardan insanların karşılıklı ilişkiler ağı içinde bir arada bulunmak zorunda olduğu koşullardan söz ediyoruz. Liman denilince, sadece gemileri, palamar yerlerini, gemilerin, mavnaların yük ve yolcu boşaltıp aldığı bir yeri kast etmiyoruz. Liman, aynı zamanda, bu gemilere, teknelere, içindeki insanlara bir çok karasal hizmetin verildiği, ihtiyaçlarının temin edildiği bir yer. Gemilerin, teknelerin teknik bakımları buralarda yapılıyor. Denizcilerin konaklama ya da barınma, yeme içme, eğlenme, sağlık, güvenlik, dini  ve başka bürokratik ihtiyaçları  burada temin ediliyor. Yani yoğun sosyal, ekonomik, kültürel ilişkilerin yaşandığı bir mekan.

Galata'da sadece, bankerler, bankalar, şirketler yoktu. Bu ekonomik kuruluşların saygın, zengin, iyi eğitimli,kibar mensupları, saygın aileleri ve onların ihtiyaçlarına yanıt veren klas tesisler ve işletmeler yoktu. Burada aynı zamanda, kıyılardaki,  kayıkhaneler, tersaneler, salaş barınaklar, sıradan otel ve pansiyonlar, slamlar, kafetaryalar, kahvehaneler, randevuevleri, balozlar (1) hamamlar, bakkallar, karakollar, meyhaneler, birahaneler, bitirimhaneler, hanlar, depolar,kiliseler vs vardı. Yine, tayfalar, kaptanlar, ateşçiler, kamarotlar, kürekçiler, çımacılar, balıkçılar, tersane işçileri, tamirciler, otelciler, muhabbet tellalları, fahişeler, kumarbazlar, meyhaneciler, çeşitli kültür ve gelir seviyesindeki yolcular,hamallar, işsizler, serseriler, maceracılar, kaçaklar, din adamları,kolluk kuvvetleri, liman memurları  vs vardı. Ve elbette bunlar homojen bir insan grubunu oluşturmuyorlardı. Bu insanların pek de geniş olmayan bir alanda, sıkışık denebilecek şekilde iç içe bir hayatlarının ve temaslarının  olduğunu da hatırlatalım.

Galata, Beyoğlu'na çok yakın olmasına rağmen iki semt arasında büyük bir sosyal klas farkı vardır. Aynısı mesela, Kasımpaşa, Tophane için de söylenebilir. Aşağıdaki Galata, sosyal olarak da, yaşam kalitesi bakımından da aşağıdadır. Burası esas olarak, dok işçilerinin, gemi çalışanlarının, sandalcıların, hamalların, küçük esnaf ve zanaatkârların, işsizlerin, ve elbette, erkek,kadın lumpenlerin ağırlıklı nüfusu teşkil ettiği bir liman çevresidir. Kapitalizmin her düzeydeki eşitsiz ilişkileri, nüfusun mekansal konumlarında da kendisini dışa vurur. Bu bakımdan modern şehirde, bazen birbirine paralel ya da bitişik iki sokak arasında bile hayat standartları, yaşam kalitesi bakımından derin farklılıklar görürüz. Adeta iki farklı sosyal dünyayla karşılaşırız. Kapitalist gelişme ne denli eşitsiz ve çarpıksa (bunun en somut görünümü parasalcı eğilimlerin güçlendiği devrelerdedir), bu çelişkiler de o kadar derin olmaktadır. İki farklı mekanının sakinleri arasında  uçurum oluşmaktadır.

"Aşağı" ya da "öteki" Galata, parasalcı kapitalizmin bütün fütursuzluğuyla hakim olduğu  Galata finans ekonomisinin finanse ettiği Beyoğlu'nun tüketimci şaşaalı hayatının "toplumsal safrası" dır. Her şeye rağmen, burada olumlu toplumsal değişim potansiyelini harekete geçirebilecek bir dinamizm vardır. Yani, modern kapitalist ilişkiler vardır. Oysa aynı sıralarda müslüman İstanbul henüz uykudadır.  Sosyal ve mekansal farklar, Galata-Beyoğlu hattındaki kadar gelişmemiştir. Müslüman İstanbul'daki sosyal fark esas olarak geleneksel ilişkilerden  kaynaklanmaktadır. Hatta bir paşayla bir hamalın aynı kıraathanede birlikte oturabildiği görülmektedir. Bu iki figürün eğitim ve kültür düzeyi arasında fark olmadığı durumlar istisnai değildir. Henüz sınıfsal farklılaşma ve onun (tüketim eğilimleri de dahil)  kültürel dışavurumlarına dayalı kentsel-mekansal kompartımanlaşma seviyesi düşüktür.  Esasen böyle bir kompartımanlaşmanın 1950'lere kadar "müslüman" İstanbul hayatında bariz olduğunu da söyleyemeyeceğimizi sanıyorum.  Kapitalist ilişkiler henüz, özellikle de kültürel ifadeleri söz konusu olduğunda,  geleneksel ilişkilere üstün gelememiştir. Bu uzun girizgahtan sonra hikayemize başlayabiliriz. 

Efendim bu Petri, 19yy sonlarına doğru İstanbul polisini yıllarca peşinden koşturmuş  genç bir azılı katildir. Üstad merhumun ifadesiyle, "aşırı derecede güzel" bir delikanlıdır. Petri, Adriyatik Denizi ( Yunaniler İon Denizi demeyi tercih ediyorlar. Bilgiçlikte sınır yok. Aslında bizim "Yunan" dediğimiz de "İon" nun bir söyleniş biçimidir. Yani "Yunan" ve "İon" aynı şeydir) üzerindeki Aya Mavri (2) adasında, henüz 14 yaşında olduğu halde iğfal edilmiş  bir kızın gayri meşru çocuğudur. Annesi oğlunu fahişelik yaparak büyütmüştür. Kadın evine erkek aldığında, oğlunu yakınlarda oturan komşuların bazen de papazın evine gönderirdi. Yine böyle bir durumda, 13 yaşındaki Petri'yi bir akşam diyakozun  (papaz yardımcısı) evine göndermişti. 

 
Horoz sokağı. Sağdaki sarı bina Avusturya StGeorge Hastanesi.Tam arkamda eski İngiliz Bahriye hastanesi (şimdi Göz hastanesi) var. Bu sokakta bulunan umumhaneler 1880 yangınında kül oldu. Tabii sonra işlerine yine devam ettiler. 
 
Petri'nin sık sık ziyaret ettiği randevuevleriyle, genelevlerin bulunduğu  Horoz  Sokağı. Kamondoların evlerinin bulunduğu Felek Sokağın bir üstünde. 
Çocuk o akşam diyakozun tecavüzüne uğrar. Sonrasında okulunu terk ederek,bir gemici meyhanesinde çalışmaya başlar. Bir süre sonra annesi öldürülünce, kimsesiz kalan Petri, kendisine tecavüz etmiş olan diyakozun evine sığınmak zorunda kalır. Bir yandan da meyhanedeki işini sürdürür. Bir akşam meyhanede sarhoş bir kaptanı, sarkıntılık etmesi nedeniyle kalbinden bıçaklayarak öldürür. Gençliği ve "aşırı güzelliği" adeta başına beladır. Ada halkı bu cinayetin bir nefsi müdafaa olduğunu düşünür. Adadan yaşını başını almış, itibarlı kaptanlardan Kefalonyalı(3) Lefteri adında bir zatın yardımıyla, ceza almaması için  kaçırılır. 

Bu kaptan Lefteri aslında bir korsandır. Üç yıldan fazla bir süre bu kaptanın sevgilisi(merhum üstadın tabiriyle "zenâne"si) olarak onunla bir zaman denizlerde dolaşır. 1874 senesinde de  Galata'ya gelirler. Burada bulunan Marsilya Oteli'ne inerler. Buradaki oteller genelikle müşterilerinin kahir ekseriyetini gemi adamlarının, fahişelerin oluşturduğu kötü namlı işletmelerdi. İsim olarak genellikle liman kentlerinin adlarını ve gemicilikle ilgili terimleri seçmişlerdi. Marsilya Oteli 2 katlı ve 7 odalı bir oteldi. İstanbul Ansiklopedisi'nin verdiği bilgiye göre, odalarında toplam olarak 25 kişi kalabilirdi. Ancak cinayetin işlendiği gece otelde 58 kişinin konaklamakta olduğu söyleniyor. O gece Petri hiç bilmediği bu şehirde, henüz 17-18 yaşlarındayken, ilk cinayetinden 3 yıl sonra, bu Lefteri kaptanı, kalbinden bıçaklayarak ikinci cinayetini işler. Kaptanın belindeki kıymetli müccevherle dolu kemeri alarak kaçar. Galata'da adı, "bıçakçı " Petri'ye çıkar.

Merhum Koçu'nun verdiği tafsilata bakılırsa, o gece cinayete tanık olan otel müşterileri, 30 yaşındaki Üsküdarlı tulumbacı Çamur Salih; 30 yaşlarındaki Tulumbacı Ablasıgüzel Mustafa; 20 yaşındaki bahriye neferi Yunus; Hamburglu bir gemi katibiyle birlikte kalan "tüysüz" bir Rum kalopedi;  Karadeniz uşağı iki genç kayıkçı ve onlarla birlikte bulunan bir fahişedir. O devirle ilgili bir İtalyan denizcinin söz konusu ansiklopedi de yayınlanan bir mektubuna göre civarda sermayeleri küçük erkek çocukları olan bir çok otel bulunmaktadır.  

Petri kısa bir süre sonra, tam olarak bilinmeyen bir nedenle, Galata'da bir meyhanede çalışan genç şımarık bir Rum çocuğunu bu kez tabanca marifetiyle vurur. Üçüncü cinayetini işler. Galata'da arka arkaya işlemiş olduğu bu iki cinayet sonrasında, havyarcı Zambo adıyla bilinen bir Rum denizcinin yardımıyla İstanbul'dan tekrar doğum yeri olan Aya Mavri adasına kaçar. 

Gelgelelim, Kefalonyalı denizciler ve akrabaları maktul kaptan Lefteri'nin öcünü almak için Petri'nin peşine düşmüşlerdir. Adada kalamayacağını anlayan Petri, bir balıkçı arkadaşının yardımıyla, önce Sicilya'ya oradan da Trieste'ye kaçar. Devamlı takip edilmektedir.  Avusturya bandıralı Galicia isimli gemiye ateşçi olarak girer. Gemiyle Beyrut'a geldiğinde, bir genelevde karşılaştığı bir fahişeden Kefalonyalıların onu Beyrut'ta aradıklarını öğrenir. İntikam için kendisini bekleyen Anesti isimli Rumu, Beşariye Oteli'nde bıçaklayarak öldürür. Bu dördüncü cinayetinin yılı  1876'dır. 

 
Tomtom Kaptan sokak Tophane girişinden altta venedik sarayı, hemen üstünde Hollanda elçiliği ve  onun solunda Rusya Sefareti
Bu kez bir İtalyan gemisine tayfa olarak girerek, Beyrut'tan İstanbul'a kaçar. Gemide bir yahudi pavyon şarkıcısı olan Ester'le tanışır. Ester, Tepebaşı taraflarında, Pirinçci Gazinosu'nda çalışmak için Selanik'ten İstanbul'a gitmektedir. İkilinin arasında bir gönül ilişkisi daha gemide oldukları halde başlar. Karaya çıkınca, Petri sahte bir İtalyan adı kullanarak  kimliğini gizler. İstanbul'da Ester'le muhabbeti devam eder. Ancak kalmak için kendisine aşağılarda, Dolapderesi bostanlarında salaş bir baraka kiralar.

Zaman zaman, bugün İstiklal Caddesi dediğimiz, Cadde-i Kebir'de vakit geçirmektedir. Bir gün, Cadde'de yürürken, o malum kalabalık içinde, maktul Lefteri Kaptan'ın has tayfalarından ve vaktiyle kendisine zenanelik  de etmiş  olduğu Kefelonyalı Toma'yla neredeyse burun buruna gelir. Ondan önce davranarak üzerine atılır. Bıçakla Toma'nın işini bitirir. Bu 1876 yılındaki ikinci, toplamda beşinci cinai vakasıdır. Ama sonuncusu değildir. 1876 yılı Petri'nin  hayli üretken olduğu bereketli bir yıldır. Cadde üzerindeki bu katil vak'asından sonra doğruca Ester'in çalıştığı Prinçci Gazinosu'na gider. Ona bir şey söylemez. Aynı akşam, Ester'e programı esnasında, gazinoda müşteri olarak bulunan genç bir Türk mirasyedi tacizde bulunur. Petri bu kez tabancayı tercih eder. Aynı gün ikinci, toplam olarak altıncı cinayetini de böylece işlemiş olur. Fakat o meş'um 1876 yılı henüz bitmemiştir.

Olaydan sonra Galata Kulesi istikametine doğru kaçar. Ancak henüz Osmanlı zaptiyesi Petri'nin eşkalinden bihaberdir. Ester hanım, sorgusu esnasında, zabıtanın ihtiyaç duyduğu eşkali en ince detaylarına kadar, belli durumlarda Petri'den beklenebilecek hareket tarzını da ihtiva eder şekilde verecektir. Bu olayın hemen akabinde Prinçci Gazinosu uzun bir süreliğine kapatılma cezası almıştır. Bunun üzerinde Ester hanım, Selanik'e geri dönme hazırlıklarına başlar.

Kahramanımız Petri ise Kuledibi'nde mebzul miktarda bulunan  genelevlerden çıkmamaktadır. Gündüz Horoz sokağı umumhanelerindeyse, akşam Zürefa sokağındadır. Ya da tersi. Bu sırada Horoz sokağı umumhanelerinden birinin maması olan Rum  Kaloferiya'nın, henüz sermaye olmamış, 13 yaşındaki kızına tutulur. Kızın adı Peruz'dur. Annesinden kızı, müteveffa Lefteri'nin terekesinden söktüğü kıymetli bir mücevher karşılığında bir geceliğine kiralar. Kızı Dolapderesi'ndeki bostanda bulunan o salaş barakasına götürür. Üstad merhumun veciz ifadesiyle, kızı oracıkta "kirletir". Bu sırada barakanın dışında, kader ağlarını örmeye devam etmektedir.

İstanbul'daki ilk iki cinayetinden sonra Petri'yi mavnasıyla  doğduğu adaya  kaçıran havyarcı nam Zambo, Dönüş hazırlıkları içindeki Ester hanımı kaldığı evde ziyaret eder. Bu evin bu sıralarda zaptiyenin takibi altında olduğunu hatırlatalım. Bu Zambo'nun ziyareti zaptiyenin midesini bulandırmış olsa da, bir kaç günlük takipten bir netice elde edilememesi üzerine, takibe alınanlar listesinden çıkartılır. Polisin gayesi öncelikle, Petri'nin Dolapderesi'ndeki fesat yuvasının yerini tespit etmektir.

Efendim, tekrar Zambo'nun Ester hanımı ziyaretine dönecek olursak, Zambo (yeri gelmişken, merakiler için tabii,  bu zatın vaktiyle çok meşhur olan bir çiklet markasıyla hiç bir alakasının olmadığını belirtelim), Petri'yi İstanbul'dan kaçırdığı sırada, onun meyhanede çalışan bir delikanlıyı öldürdüğünü bilmektedir. Muhitinde sayılan korsan Kaptan Lefteri'yi öldürüp, hazinesini çaldığını bilmemektedir. Kefelonyalı denizci dostlarından bunu öğrendiğinde, büyük bir teessüre kapılır. Vicdanını rahatlatmak adına olsa gerek, bu hatasını telafi etmek ister. Bir plan yapar. Öncelikle  Petri'ye ulaşmalıdır. Kaptan Lefteri ve diğer katledilen Kefelonyalıların intikamı için İstanbul'a gelmiş bulunan, bir  başka Kefelonyalı denizci olan Argiri Papazi Zambo'nun Arnavutköyü'ndeki evinde kalmaktadır. Zambo'nun planı, bir akşam Petri'yi bu eve davet edip, orada Argiri Papazi'ye öldürtmektir.

Galata ne de olsa küçük; dünya küçük, Galata nedir ki? Petri günler sonra Zambo'yla buluşur. Petri henüz bir şeyden kuşkulanmamaktadır. Zambo'nun teklifini kabul eder. Eve yaklaşıldığında,  artık uçan sinekten şüphe duyan Petri, herhalde Zambo'nun hal ve hareketlerinden pirelenmiştir. Eve girdikten bir süre sonra zaten herşeye hazırlıklı olan Petri, evde bir suikastçının olabileceğini tahmin eder. Önce suikastçı Kefelonyalıyı kalbinden bıçaklar.Sonra Zambo'ya döner. Onu da doğramaya başlar. Bereketli bir yıldır 1876. Ve "aşırı güzel delikanlı" Petri bir rekora doğru koşmaktadır. Sekizinci cinayetini de işlemiştir. Bu, aynı yıl içindeki 5. leşidir.

Petri yine Galata ve Beyoğlu civarına döner. Yine o baştan çıkarıcı Cadde-i Kebir'in çekiciliğine kapılır.  Galatasaray istikametinden Tünel'e doğru yürürken, Lise'nin duvarına bitişik olarak Yeni Çarşı caddesinin hemen başında solda bulunan eski Karakol dolayısıyla Cadde'de devriye gezmekte olan, zaptiye neferi Kargılı Raif, güzelliğiyle de nam salmış cani delikanlıyı teşhis eder. Yakalamak için harekete geçtiği sırada, Petri koşarak Rus Elçiliği istikametine doğru kaçar. Emektar Raif de peşinden. Petri Rus sefaretine sığınır. Yani artık kısa bir koşu mesafesinde olan Rusya sınırları dahilindedir. Orada bir müddet kalır. Osmanlı hükümeti, Rus hükümetiyle caninin teslimi için temasa geçer. Oldum olası Osmanlı yönetimleriyle başı hoş olmayan Rus yönetimi, Pietri Mavri adına bir Avusturya-Macaristan pasaportu taşıyan Petri'yi, Osmanlı hükümetine haber vermeksizin gizlice Avusturya sefaretine teslim eder(Venedik Sarayı hakkındaki önceki söyleşimi hatırlayanlar, Avusturya-Macaristan Sefareti'nin o sıralarda Venedik Sarayı'nda ve sarayın da Rus sefaretinin altında olduğunu anımsayacaklar.Yukarıdaki resimde Venedik,Hollanda ve Rus sefaretleri neredeyse iç içeler). İstanbul zabıtası caninin hâlâ Rus sefaretinde olduğunu sanmaktadır. Onun önünde almış olduğu tertibat devam etmektedir.

Oysa Petri, Avusturya Elçiliği'nde barınmakta, elini kolunu sallayarak oradan dışarı çıkıp dolaşmaktadır. Gel gelelim bizim vazife aşkıyla meftun zabitan, tedbiri elden bırakmamak adına, tam kadro halen Rus sefareti önlerinde, ve tam teçhizatlı olduğu halde Petri nöbetindedir. Avusturya-Macaristan sefaretinin kavası (elçilik kapıcısı) Raguzalı bir Hırvat olan (Hırvatistan o zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içersindedir) Nikola, daha ilk görüşte Petri'nin güzelliğine vurulmuş, onu zenanesi olarak himayesine almıştır. Zaman zaman onu elçilikte kaldığı kulübesinden çıkartıp, düzenli olarak devam ettiği, Beyoğlu'nun Tarlabaşı tarafındaki arka sokaklarından biri olan Kalyoncu Kolluğu (4) sokağındaki meyhaneye götürmekte, beraber içmektedirler. Sonra Sefaret Petri'yi, yine o zaman Avusturya'ya bağlı olan,  Trieste'ye gönderme kararı alır.

İstanbul'dan ayrılmadan bir gün önce, Hırvat kavas aşığından izin alarak, Dolapderesi'ndeki evine gidip, halen aşkıyla tutuşmakta olduğu küçük Peruz'un orada bulunan bir fotografisini hatıra olarak yanına almak ister. Bostan içindeki evine yaklaştığında, evin etrafında dolaşan zaptiye neferi Raif'i tanır. Hemen bostan kuyusunun ardına saklanır. Raif kulübeyi yoklayıp, içerde kimsenin olmadığını görür. Geri dönmek üzereyken, Petri'nin haince saldırısına maruz kalarak, aldığı bıçak yaraları neticesi oracıkta can verir. Geride kalan yetimler ne yapsın? Vah ki vah!Evet, 1876 yılı içindeyiz. Petri'nin dokuzuncu kurbanı şehadet şerbeti içmiş nefer Kargılı Raif'tir.

Petri bu hadiseden sonra o her zaman ki soğukkanlılığıyla kavasın yanına geri döner. Birlikte hiç bir şey olmamış gibi aynı meyhaneye gidip kafaları çekerler. Hatta olaydan haberi olmayan kavasın isteği üzerine,   T.H. Vafiadis  Fotoğrafhanesi'ne (5) gidip birlikte bir "Constantinople hatırası" fotografisi çektirirler. Bugün Petri'nin elimizide bulunan tek resmi budur.  Ertesi günü Petri, sefaret görevlileri tarafından Karaköy'den Avusturya bandıralı Tirol gemisine bindirilerek Trieste'ye yolcu edildi. Osmanlı makamları tanımış oldukları imtiyazlar dolayısıyla çaresizdi.

Bir tesadüf Petri'nin planlarını (eğer vardıysa tabii) değiştirmesine neden oldu. Aynı gemiyle Selanik'e dönmekte olan Ester hanımla karşılaşmıştı. Eşkalini polise, hem de gereksiz detaylar da vererek, bildirmiş olan Ester'e çok gücenmişti. Bu kadar yemiş içmişlikleri ve muhabbetleri vardı. Bilindiği gibi, muhbirlik bütün kültürlerde hoş karşılanmayan, affedilmez bir suç olarak görülür. Petri de farklı düşünmüyordu. Gece birlikte olmuşlardır. Sonra kamarasında Ester hanımı,  uykuda, yine bıçak marifetiyle, kalbine vurduğu o meşhur  darbesiyle  katletmiştir. Böylece onuncu katlinin altına da imzasını atmıştır. Aynı yıl içindeki 7. vakasıdır. Bu arada, Ester hanımın ölümüyle,kim bilir, belki de, bir yıldız daha doğamadan kayıp gitmiştir bu fani dünyadan.

Vak'adan sonra Petri, gemi henüz Çanakkale Boğazı'nda ağır ağır seyretmekteyken,  suya atlayarak karaya doğru yüzmeye başladı. Ancak boğazın  o bilinen şiddetli akıntılarından birine maruz kalıp, karaya ulaşamadan gözden kayboldu. Bunun üzerine gemi süvarisi, İstanbul'daki hem Osmanlı ve hem de sefaret makamlarına hadiseyi aktardı. Resmi olarak artık Petri "X" (eks) olmuştu. Dosyasını kapattılar. Heyhat! 1876, 1876,1876....

Öldü sanılan çevik Petri, biraz ilerde bulunan Giritli Hüseyin Arnabudaki kaptanın gemisinin arkasında bağlı olduğu halde yavaşça seyreden sandala kadar yüzmeyi başarmıştır. Akıntı da yardımcı olmuştur. Sonrasında, ona doğal olarak  bir kazazede muamelesi yapan Giritli denizciler tarafından Sisam adasının bir balıkçı köyüne bırakılmıştır.

Petri, adını orada  Kiryako olarak değiştirdi. Sisam'da(6) Apazya Valyanu adında bir fahişe, artık Kiryako olarak tanınan Petri'ye aşık oldu (hem nasıl!) ve onu himayesine aldı. Denizci Kefalonyalılar, tahmin edilebileceği gibi, etraftaydılar. Bir yabancının Sisam'a kazazede olarak bırakılmış olduğunu -muhtemelen Giritli denizcilerden- öğrenmişlerdi. Çok geçmeden Sisam'a geldiler. Bir intikam uğruna (yarab!!) nice Kefalonyalı palikarya (= yiğit) can vermiş olmasına, Kefalonya'nın demografik istatistiklerinde, tabii olmayan ölüm vakalarının bir kaç yıl içinde dramatik olarak artmasına rağmen, intikamdan vazgeçmiyorlardı. Aspazya hanım, aranan kişinin Petri olduğunu hemen anlamıştı. Deli gibi aşık olduğu bu güzeller güzeli delikanlının hayatını kaybetmesini istemiyordu. Hemen eski kırıklarından balıkçı Hristodulos'un aracılığıyla, onu sadece keşişlerin yaşadığı Aynaroz'a (7)kaçırttı. Bu balıkçının da kavas Nikola meşrebinde bir adam olduğunu söylemeye  gerek bile yok. Rumlar arasında bu tür eğilimlerin tarihsel temellerinin, antik felsefi dayanaklarının olduğunu, ilim yuvası olan okullarda hiç değinilmeyen, popüler-ansiklopedik bilgilerimiz dolayısıyla, zaten biliyoruz. Gelgelelim, Aynaroz'a çıktıktan sonra, yolda işlediği günahların kefareti niyetine olsa gerek, Hristo orada kalarak keşiş olmaya karar verdi. Bir daha Sisam'a dönmedi.

Petri, Aynaroz'da iki yıl kaldı. 1877-9 yıllarında, Zograf Manastırı'nın (8) balıkçı keşişleriyle, özellikle de Kostas Vatakis'le birlikte yaşadı. Bu sırada, Vatakis'in Petri'den daha genç Apostolos adında - üstadın tabiriyle "tüysüz"- bir "dayak" ı yani "çömezi" vardı. Petri onunla aynı yatağı paylaşacak kadar sıkı dost olmuştu. Gelgelelim, bütün Kefelonya -haliyle- peşindeydi.Tabir caizse, küçük çaplı bir Kefelonyalı soykırımı yapmıştı Petri. Onun Aynaroz'da olduğunu öğrenmişlerdi. Fakat burasının kutsal bir konuma sahip olması onların ellerini kollarını bağlıyordu. Aynaroz'dan yardım almaları gerekiyordu. Çok geçmeden aranan kan bulundu. Petri'nin yatak arkadaşı Apostolos'u satın almayı başardılar. Aynaroz'a gizlice giren tetikçi yine bir Kefelonyalı Zaharidis, kurduğu pusuya kendisi düştü. Petri'nin kalbine sapladığı bir bıçak darbesiyle can verdi. Böylece,  öbür dünyada bir "Kefelonya kolonisi" kurulmuş olabileceğini düşünmemizi meşrulaştıran, kısa bir süre zarfında, ardı ardına gelen Kefelonyalı göçüne bir yeni göçmen daha ilave edilmişti.Tabii kural gereği, dostları satanlara af yoktu. "Tüysüz" Apostolos da, Petri'nin kurbanları arasındaki yerini almıştı. Cinayet sayısı 12 olmuştur artık. Aynarozdan bir balıkçı sandalıyla civardaki Adalara ve oradan da 4 yıl aradan sonra İstanbul'a geri döner.

İstanbul'da ölmüş olduğu bilinmesine rağmen namı hâlâ yürümektedir. İlk işi Avusturya elçiliğindeki Hırvat kavas Nikola'yı aramak olur. Yardımına ihtiyacı vardır.  Ancak kavasın onun ayrılığından sonra düşmüş olduğu kara sevda nedeniyle kendisini alkole vermiş olduğunu öğrenir. Hemen müdavimi olduğu Kalyoncu Kolluğu'ndaki meyhaneye gider. Kavası orada bulur. Ancak daha kapıdan girer girmez, kavasın elinde birlikte çektirdikleri resmi meyhanede bulunanlara gösterek, alkollü olduğu halde ve bağırarak, devamlı aynı nakaratı tekrar ederek, "bu ben, bu da Petri, putânam (fahişem)" deyip duruyor ve orada hep aynı hikayeyi dinlemekten bıkmış olan müdavimlerin alaylarına neden oluyordu. Petri, kavasın yanına gitmeden, uzaktan tabancasını ateşleyerek , kavasın sebep olduğu bu rahatsızlık verici ortama son veriyordu. Tekrar kaçtı. Yıl 1880. 13.cinayet!




 
Ünlü kantocu Peruz hanım. Hikayedeki Peruz ile aynı Peruz mudur bilmiyorum. Reşat Ekrem bu konuda bir bilgi vermez. Ancak başka ünlü kantocu Peruz hanım da yok. Bu Peruz'le ilgili bir hikaye de Halide Edib hanımefendinin Mor Salkımlı Ev adıyla yayınlanmış anılarında var. Peruz hanım İcadiye taraflarında Kel Hasan Tiyatrosu'nda gösteri yaparken , her vakit tiyatronun önünde oturan dilenci kılıklı yaşlı bir adama tiyatroya geliş gidişlerinde  para ve simit verirmiş. Çocuk Halide Edib'i tiyatroya götüren uşak, bu adamcağızın vaktiyle hali vakti yerinde biri olduğunu, bütün parasını Peruz hanımın yediğini,  sonra da adamın bu hale düşmüş olduğunu söyler. 








Bir süre Kuledibi'ndeki umumhanelerde sürttü. Burada, Horoz sokağındaki umumhanelerde çıkan yangından sonra yanında küçük fahişe Aliki ve onun küçük arkadaşı (yine üstada göre "çok güzel" olan) Ahilea isimli bir oğlan çocuğu olduğu halde,  o zaman ağırlıklı olarak bir Rum yerleşimi olan, B.Çekmece karşısında bulunan Kalikratya (9) isimli balıkçı köyünde, balıkçılar arasında, bir müddet huzur içinde yaşama olanağı bulmuştu. Burada kimse onu rahatsız edecek bir davranış içinde bulunmamıştı.

Ancak bir gün Galata'da bulunan Avrupa Tiyatrosu'nda kantoculuk yapan Peruz adlı bir kızın methini köydeki balıkçılardan duyduktan sonra onun halen unutamadığı kendi küçük Peruz'u olup olmadığını merak ederek, balıkçılar da yanında olduğu halde bir akşam Galata'daki tiyatroya geldi. Evet, bu onun Peruz'uydu. Gösteriden sonra yanına gittiğinde, onu Ahmet adlı Türk bir bahriye neferiyle sevişirken buldu. Genç neferi oracıkta, hem de genel kabul görmüş ananelere göre,  yılanın bile dokunmaması gereken fiillerden birisini işlemekte olduğu esnada, bıçağıyla dokunarak şehid etti. Nefer Ahmed'in şehid mertebesine ulaşması, sadece müslüman bir nefer olmasından değildir; maktul olmadan az önce işlemekte olduğu fiilden dolayıdır. Irkı ve dini ne olursa her objektif beşer, bu mertebenin Ahmed için bihakkın  kazanılmış olduğunu kabul edecektir. Sonraları daha da ünlü bir Galata kantocusu olacak dilber  Peruz kaçmayı başarmıştı. Petri de bu 14.cinayetinden sonra kaçtı. Sene 1880.

Petri Salıpazarı istikametine doğru kaçtı. Oradan bir gemiye atlayarak İstanbul'dan tekrar ayrılmayı düşündü. Salıpazarı'na vasıl olduğunda, sanki üzerine vazifeymiş gibi, kendisini teşhis edip peşinden koşarak takip eden Hasan isimli bir sokak çocuğunu, burada bulunan bir odun deposunda pusuya düşürdü. Yine kalbine isabet ettirdiği bir darbeyle, çocuğun  görünür alemle ilişkisini kesti. Hasancık da böylece üzerine vazifeler almak gibi bir dertten ebediyen feragat etmiş oluyordu. 15.cinayet! Bu limanda mebzul miktarda bulunan Rum yelkenlilerden birine atlayarak, bu kez,  Odessa' ya doğru yol aldı. Vasıl olduğunda, Ayvazovski isimli bir Rus vapurunda ateşçi oldu.

Her cinayet haberi Kefelonya için Petri ihtimali demekti. Vapurda önceleri keyfi yerindeydi. Ancak ihtiyar kaptanla  birlikte vapurda yaşayan kaptanın genç ve (üstada göre "ateşli" ) metresi Petri'ye göz koymuştu. Onu baştan çıkarmayı başarmıştı.. Bu kadınla geçirilmiş bir "vuslat gecesi" nin sabahında (tabir merhum Koçu üstadımızındır), gidişatı iyi görmeyen ve velinimeti olan kaptanın tepkisinden çekinen Petri, Köstence'de vapuru terk eder. Yine bir Rum yelkenlisiyle Galata'ya döner.

Karaya ayak basar basmaz, Mumhane otellerinden birine girdi. Bir müddet sonra, onu tanıyan herkesin bildiği bir eğilimi, küçük fahişelere düşkünlüğü, karşısına Magdelana takma adını kullanan genç Kiryakiça'yı (10) çıkartan ortamı hazırlamıştır. Bu kız aslında, Petri'nin bu düşkünlüğünü bilen Kefelonyalıların  küçük fahişe rolü verdikleri, Petri'nin İstanbul'daki ilk kurbanı saygın korsan Lefteri'nin küçük kızıydı. Kız, Petri'yi Galata'da bol miktarda bulunan  çıkmaz  sokaklardan birinde bulunan  odasına götürdü. Orada pusuya düşürdü. Sabah çok erken saatlerde evden çıkan Petri'yi pusudaki (belki de son kalan erkek Kefelonyalılardan biri oduğu söylenebilecek) Lambo öldürdü. Lambo, Lefteri'nin en  küçük kardeşiydi. Petri vaktiyle ona da zenanelik etmişti. Böylece Petri efsanesi, 16 Ağustos 1880 yılında başladığı Galata'da bitmiş oluyordu. Öldüğünde 24-25 yaşlarındaydı. Petri'nin ölümüyle Galata, ama özellikle de soyunu yeniden üretme kaygusuna düşen, Kefelonya kavmi derin bir nefes almış oldu.

Üstad Reşad Ekrem merhumun araştırmasına göre, Petri'yle ilgili şu çarpıcı tespitler adli sicil dosyasında yer almaktadır:
-Vücut yapısı ile yüz çizgileriyle  kusursuz güzeldi.
- Sesi çok güzeldi. Köçeklere taş çıkartacak kadar güzel dans ederdi.
-Zenaneliğini yaptığı adamlara kendi avuçlarıyla şarap içirirdi.
-Kendisini arzulayan erkeklere gayet uysallıkla boyun eğerdi.
-Ayaklarına asla çorap giymezdi. Çıplak ayaklarına daima tulumbacıların yumurta topuklu, sivri burunlu şıpıdık denilen terliklerini giyerdi.
-Her cinayetinden sonra şıpıdıklarını vaka mahallinde bırakır, ve çıplak ayakla kaçardı.Şıpıdıklarını böylece adeta imza gibi kullanmıştı.
-Her cinayetinden önce avuçlarını koklar. kan kokusunu hissetmek isterdi.
-Çok içerdi. Küçük fahişelere ve güzel taze erkek çocuklarına düşkündü.
-Taze erkek çocuklar arasında, Aynaroz'da Apostolos; B.Çekmece'de, Ahilea; ve Köstence'de Şileli Miloris onun hayatında önemli bir yere sahip olmuşlardı (11).

Güftesi kendisine ait rumca bir şarkı da uzun yıllar Galata'da söylenmiştir.
"Dose mu krasi
Yemise to metis asimenias palamessu
Ne piyo to krasi ap tis fuhtessu
Dipsasmena dipsasmena.

(meali şöyle: bana şarap ver/gümüş avuçlarında/avuçlarına doldur/şarabı avuçlarından içeyim/kan kana)

NOTLAR (12):

1) Baloz, Galata'ya özgü, genellikle bir bodrum ve üstündeki kattan oluşan, bodrumu meyhane; kat kısmı, canlı müzik eşliğinde dans yapılabilen bir eğlence mekanı. Özellikle bodrum kısmı bir erkek mekanıdır. Sermet Muhtar Alus, bunların daha çok Necatibey caddesi üzerinde yer almış olduklarını ve 1920'lerden sonra kaybolup gittiklerini söyler. Alus'a göre hemen hemen bütün müşterileri yabancı uyruklu denizcilerdi. Sözcük İtalyanca dans etmek fiilinden, "ballare" den türetilmiş olabilir.
2) Aya Mavri ya da Agia Mavria, bugünkü Yunanistan'ın K.batısında, Adriyatik Denizi ya da İyon Denizi denilen suların  Arnavutluk'a yakın kısımlarında bulunan, tarihi kalesiyle ünlü bir adadır. Bugünkü adı Levkas (güneyindeki kayaların görünümlerine atfen "beyaz" demektir)'dır.
3) Kefolonya, yine Adriyatik ya da İyon Denizi üzerinde bulunan İyon adalarının en büyüklerinden biridir (yaklaşık 800 km2). Bilindiği gibi, bu adalar 1476'da, Fatih devrinde, Gedik Ahmet Paşa komutasında düzenlenen bir kuşatma seferinden sonra Osmanlı topraklarına dahil edilmişlerdi.
4) Kalyoncu Kulluğu sokağı ( halen bu adı taşıyan sokak) Rum Osmanlıların yoğun olarak yaşadıkları bir sokaktı. Sokağın adı, bir tür deniz ya da liman polisi işlevi gören kolluk kuvvetlerine ait (kolluk ismi, "kol vurmak" , yani devriye gezmek fiilinden türetilmiştir. "Karakol" sözcüğü de bu fiille bağıntılı olsa gerektir. Etimolojik olarak  Moğolca'ya dayandığı iddia edilir) bir polis merkezinin bu sokak üzerinde bulunmasından geliyor olmalıdır. Sokak, Beyoğlu'nun Tarlabaşı tarafında olduğuna göre, bu kolluk gücü Kasımpaşa ve civarının sahil güvenliğinden sorumlu olmalıydı.
5) Vafiadis Fotografhanesi, Sirkeci Tren Garı dahilinde bulunmaktaydı.Bu Yazının sonunda, Petri ve Hırvat kavas Nicola'nın birlikte çektirmiş oldukları fotografiyi, merhume Sabiha Bozcalı hanımefendinin Istanbul Ansiklopedisi için resmettiği şekilde görebilirsiniz.
6) Sisam Adası'nın bugünkü adı Samos'tur. Yunanistan'a ait bir Ege adasıdır. "9 Adalar" tabir edilen adaların en büyüğü ve Türkiye'ye en yakın olanıdır.Aynı zamanda, Osmanlı'dan bağımsızlığını kazanan ilk Ege adasıdır.
7) Aynaroz, Yunanistan'ın K.doğusunda, Makedonya bölgesinde bulunan Athos Dağı (Oros Athos)'dur. Burası manastır ve kiliselerin bulunduğu ve sadece keşişlerin yaşadığı, bir zaman Yunanistan'ın Vatikan'ı işlevini görmüş, sadece 18 yaşından gün almış erkeklerin girebildiği bir yerdir. Aşağı yukarı 335 km2 büyüklüğünde ve 2000 m yüksekliğindedir.
8) Zograf Manastırı, Athos ya da Aynaroz Dağı'nda bulunan manastırların en eskilerinden birisidir. 10yy'da, Aziz Yorgi adına inşa edilmiştir. Yunancası Zografou'dur. Bulgar ortodokstur.
9) Kalikratya, bugünkü Mimar Sinan Köyü'dür. Eski bir Rum yerleşkesidir. Buraya bugün Mimar Sinan adının verilmiş olması, orada bulunan ve Sinan tarafından inşa edilmiş köprüden dolayıdır.
10) Kiryakiça, bu ismin erkek versiyonu Kiryaki'dir. Bu isim, Karagöz kukla tiyatrosundaki komik doktorun da adıdır. Bilindiği gibi, bu doktor konuşurken Rumca ve İtalyaca sözcükleri birbirine karıştıran bir tiptir.Bazen adı Nikolaki de olabilmektedir.
11) Apostolos Kastro'nun keşiş olarak adı Spartacus idi. Ahilea Andoni,  "süslü balıkçı" namıyla bilinirdi.
12) Burada yazdığım notlar bana aittir. Reşad Ekrem merhuma atfedilmemelidir. Ayrıca yazının bütünü ve yorumlar da bana aittir. Zaten yazıda üstadın vurgularına, gerekli gördüğümde, adını zikrederek yer veriyorum. Burada sadece hikaye merhumdan alınmıştır. Hikaye ediş şeklinin sorumluluğu bana aittir.

Son olarak, dikkat edilirse, bu seri katilin hikayesi, onun ölümünden 8 yıl sonra, Londra'nın yoksulluğun ve sefaletin hakim olduğu Thames nehri liman ve kıyılarında icrai faaliyette bulunmuş olan "karındeşen" Jack adlı seri katilin hikayesiyle benzerlikler taşımaktadır. Her iki seri katil de, "seri üretim" dönemi modernizminin (Viktorya ve Hamid modernizmleri)  "safra" tiplerindedir.  Petri hikayesinde, eşcinsel imaların fazlaca kullanılmış olması, tipin bu yönüyle idealizasyonu Reşad Ekrem merhumun cinsel eğilim ya da fantazileriyle alakalı olabilir. Bununla birlikte, cinsiyetler arasındaki segragasyonun tarihsel olarak bariz olduğu çevrelerde bu eğilimlerin nispeten yoğun olarak görüldüğü de bir vak'adır. Ancak bu olgu üzerinde, gerek Viktorya İngilteresi ve gerekse Abdülaziz ve Abdülhamid Türkiyesinde cinsellik üzerindeki baskıların, bastıran modernlik ve siyasal yapılar da dahil, direnen gelenek arasındaki yoğunlaşmış çatışma dikkate alınarak düşünülmesi gerekir.

 
Petri ve Hırvat kavas

Sunday, November 11, 2012

Les Grecs D'Istanbul Au XIXe Siecle


Les Grecs D'Istanbul Au XIXe Siecle 
Meropi Anastassiadou
Brill, Netherlands, 2012. Hardback.
ISBN: 9789004222632

This book traces the history of the Greek orthodox community of Pera (in Turkish Beyoglu), a quarter situated at the heart of Istanbul. It is mostly based on parish archives and covers the period from 1804 to 1923. Demographic aspects, administrative organization, the profile of the elite, philanthropic projects and activities (education, charity) constitute the main axes. Through the case of this Christian population, one of the most prosperous in Eastern Mediterranean, the study highlights the functioning and the aspirations of non Muslim communities of the Ottoman Empire at the age of nationalism. Were these conscious of living through the end of an era? Implicitly, the warning signs of the collapse of the imperial edifice are also sought to be identified.

See also by the same author:
Figures Anonymes, Figures D'Elite: Pour Une Anatomie de L'Homo Ottomanicus

Salonique 1830-1912. Une ville ottomane à l’âge des réformes, Leiden : E.J.Brill, 1997, xii, 466 p., 12 illus.

Tanzimat çagında bir osmanlı sehri : Selanik (1830-1912), Istanbul, Tarih vakfı yay., 2001, 414 p.

Θεσσαλονίκη 1830-1912, Μια μητρόπολη την εποχή των οθωμανικών μεταρρυθμίσεων, Athènes, Hestia, 2008, 656 p.

 (avec Paul Dumont), Οι Ρωμηοί της Πόλης. Τραύματα και Προσδοκίες (Les Grecs d’Istanbul. Blessures et attentes), Athènes, Hestia, 2007, 335 p.

(ed.) Médecins et ingénieurs ottomans à l’âge des nationalismes, Paris-Istanbul : Maisonneuve & Larose et IFEA, 2003, 384 p .

(ed.) Identités confessionnelles et espace urbain en terres d’islam. Numéro thématique de la Revue des Mondes musulmans et de la Méditerranée (Aix-en-Provence, Edisud), vol. 107-110, 2005, 479 p.

Méropi Anastassiadou
EHESS/CETOBAC

190-198, avenue de France 75244 Paris Cedex 13
Mail : meropi.anastassiadou@inalco.fr

Après une maîtrise de droit obtenue à l’Université Aristote de Thessalonique (Grèce), Méropi Anastassiadou a suivi des études d’histoire à l’Université de Paris I et à l’Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales où elle a soutenu une thèse de doctorat sur le changement urbain et social dans la Salonique ottomane du XIXe siècle. Outre son livre Salonique 1830-1912. Une ville ottomane à l’âge des réformes (Leiden, Brill, 1997 ; traductions turque et grecque parues en 2001 et 2008 respectivement), elle a publié des nombreux articles et dirigé des volumes collectifs sur différents thèmes concernant les sociétés urbaines de la Méditerranée orientale pendant les XIXe et XXe siècles. Elle a passé cinq ans à Istanbul (1997, 1999-2003, Institut français d’Etudes anatoliennes) avant d’intégrer, en 2003, l’équipe parisienne du CNRS « Etudes turques ottomanes ». Ses intérêts actuels portent sur les rapports entre héritage culturel et identités collectives en Grèce et en Turquie. Chargée de recherche au CNRS depuis 1997, elle a enseigné à l’EHESS (Paris) et à l’Université de Strasbourg. Depuis septembre 2011, elle est professeur des universités à l’Institut national des langues et civilisations orientales (INALCO), où elle enseigne l’histoire de la Grèce moderne dans son environnement régional.

After a law degree from the University of Thessaloniki (Greece), Meropi Anastassiadou studied history at the University of Paris and at the Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales, where she defended a thesis dissertation on urban and social change in the nineteenth century Ottoman Salonica. Besides his book Salonika 1830-1912. An Ottoman town at the age of reform (Leiden, Brill, 1997, Turkish and Greek translations appeared in 2001 and 2008 respectively), she has published numerous articles and edited collective volumes on various topics concerning urban societies of the Eastern Mediterranean during the nineteenth and twentieth centuries. She spent five years in Istanbul (1997, 1999-2003, French Institute of Anatolian Studies) before joining, in 2003, the Paris team CNRS "Ottoman Turkish Studies." His current interests focus on the relationship between cultural heritage and collective identities in Greece and Turkey. Research Fellow at CNRS since 1997, she has taught at the EHESS (Paris) and the University of Strasbourg. Since September 2011, she is a university professor at the National Institute of Oriental Languages ​​and Civilizations (INALCO), where she teaches the history of modern Greece in its regional environment.

Wednesday, November 07, 2012

Galata | Frommer's Review

Galata's history stretches back some 2000 years, and it has always been autonomous region (officially or unofficially). Indeed, the area used to be surrounded by protective walls. Galata has long been the center of two vastly different sectors: the banking and prostitution.





From Frommer's Review

The neighborhood of Galata, located on a steep hump of land north of the Golden Horn and historic peninsula, actually sits on the earliest foundations of the city, dating, as far as present-day archaeologists can tell, to Greek and Roman times. At one time, it was covered in gardens and vineyards; indeed the ancient Greeks called the district "Sykai," meaning "place of fig gardens," and later, the hilly expanse became known as "peran en Skai," or "fig gardens on the other shore." Or just plain Pera. There is also speculation that the name Galata comes from the Italian word for descent (calata), an appropriate description of the steep and staired streets that slope down the hill from Beyoglu to the Golden Horn. The district developed into its present form in the 13th century, when Eastern Roman Emperor Michael VIII Palaeologus granted the Genoese permission to settle here. 

The district became a magnet for merchants from all over Europe: Italians, Germans, Armenians, Jews, and Austrians, all re-creating their own micro-universe. The Genoese remained neutral during the Ottoman siege, so when Mehmet the Conqueror took over the city, although he installed his own Ottoman administration and assumed control of all commercial affairs, the Sultan granted them, along with the other minority communities, substantial commercial privileges. The ensuing commercial prosperity of the district fed trade throughout the Mediterranean and acted as a magnet for foreigners and ethnic minorities who established the district as centers of business, shipping, and banking. Serving the center of the financial district was a row of stately financial institutions lining both sides of what is now alternately called Bankalar Sokagi (Bank St.) and Voyvoda Caddesi. Bankers wishing to settle near their places of business constructed dignified residences for themselves and their families, and serving the community was a full complement of schools, churches, and synagogues. 

As Galata prospered, the population burst its boundaries to incorporate the neighborhoods northward (and eventually up to and along the Grand Rue de Pera or Istiklal Caddesi). A stroll up and down the steep cobbled streets will reveal schools, private residences, churches, synagogues, and Ottoman-era warehouses. (There are also the ruins of a mikva or Jewish bathhouse in dire need of restoration opposite the former private mansion of the Camondo banking family, now the Galata Residence.)

Review | Prostitution and Prejudice

THIS IS THE PROSTITUTION MILIEU OF COSTAK'S GALATA.
___________________________________

In one of Singer's early novels, The Magician of Lublin, the wife of an imprisoned gang member tells Yasha the Magician that she has an offer to go to America. "You mean New York?" asks Yasha. "No" she replies, "a different America." Yasha quickly informs her that in her circumstances "another America" means Buenos Aires and the offer is a veiled attempt to get her into a brothel. SEE  RAQUEL LIBERMAN and ZWI MIGDAL.


Paradoxically, aspects of Jewish religious life actually facilitated the trade. The most graphic example, a variation on the agunah (wives unable to prove the deaths of their disappeared husbands), was the practice of stillah chuppah (literally "silent chuppah"), that is, clandestine weddings done before witnesses and sealed with a gift. The stillah chuppah refers to an arcane point of Jewish law, not unlike common law, which holds that a rabbi is not necessary at a wedding ceremony. The presence of any attending adult (male) is sufficient in Jewish law to confer married status. Often practiced in precisely those districts where families were most desperate and unlearned in the subtleties of Jewish law, such marriages resulted, in what was referred to delicately as "irregular civil status."

But transporting Jewish women from as far east as Bombay was no laughing matter. Perhaps because Jews simply did not see themselves as procurers, there was a long period of turning a blind eye to the extent and depth to which Mädchen-handlen flourished among Jews.

Lest there be any doubt that the Galicia reference meant Jewesses, Lord Kitchener himself abetted the practice of encouraging European prostitutes -- largely Jewish -- for his troops in India, while discouraging English ones, to preserve "the moral character of the governing race."

The tangled history of pimps and prostitutes faced with an outraged general and Jewish public is thoroughly explored in Edward J. Bristow's Prostitution and Prejudice. Bristow documents a ready-made Jewish underworld eager to engage in pimping. The Buenos Aires branch of alfonsins (the Polish-Jewish epithet for pimps) even formed a fraternal society (Zwi Migdal), which maintained its own synagogue and cemetery.

Although Jewish procurers dealt almost exclusively in Jewish women, they were successful enough to achieve 50 percent of the market in Hamburg, Eastern Europe, and South America, according to police records. The names alone conjure up a Jewish world: Aside from Harry the Mock, Crazy Itch, Charlie Argument, Ryfka the Cow, and an array of madams named Sadie, there is a supporting cast of alfonsins, bombiens (from Bombay), kaftismus (observant alfonsins), macks, freuenhandlers, and a host of other pejoratives.

Additional references to Jewish prostitution occur in the writings of Sholom Aleichem, and Isaac Bashevis Singer. Aleichem's, The Gentlemen From Buenos Aires, features a Jewish procurer. Someone innocently asks him what he deals in. "Not in prayer books, my friend, not in prayer books," he replies, The story is set in Buenos Aires because -- along with Constantinople, Hamburg, Warsaw, New York, Rio De Janeiro, Manila, and, unexpectedly, Butte, Montana -- Buenos Aires was a principal destination for white slave traffickers right up to the beginning of World War II.


The weave which formed this history had many threads. Chief among them was the desperate poverty of five million Eastern European Jews virtually entombed in the Pale of Settlement. An uneducated Jewish girl (few were otherwise) could escape the ghetto by registering as a prostitute. Many of the pimps were Jewish men who, as boys, had been snatched from their homes and returned after 25 years of forced service in the Czarist Army. For many Jewish tavern keepers ("between the gates of purity and defilement," in the words of Chaim Nachman Bialik), the transition from tavern keeping to brothel keeping was an easy one.



Incidentally, the word in Portuguese for pimp, is cafetão, a word derived from kaftan, the long black silk robes worn by orthodox Jews. 


___________________________________


Edward J. Bristow, PROSTITUTION AND PREJUDICE, The Jewish Fight Against White Slavery 1870-1939 - the book's jacket

Prostitution and Prejudice: The Jewish Role in Vice Exposed


Review by Wayne Tinsill



PROSTITUTION AND PREJUDICE does a superb job of demonstrating the extremely disproportionate Jewish involvement in the worldwide sex slave trade in the period under discussion. Jewish involvement with prostitution began in the old Pale of Settlement in Czarist Russia. Bristow ascribes this phenomenon, with partial validity, to Jewish misery and social disability. Whatever the causes there is no doubt of Jewish control over the sex slave trade in Czarist Russia and Eastern Europe generally. Thus, an internal census of the Russian Empire in 1889 showed that throughout the Pale of Settlement and European Russia Jewesses ran 203 out of 289 licensed houses. In this same year in Warsaw 16 out of 19 houses of prostitution were run by Jewesses. According to Bristow:

"By the 1860s a French visitor to Odessa wrote that Jews there were responsible for a white slavery market in Russian women to Turkey. This is feasible, especially since we know that Jewish brothel-keepers were already in place at the other end in Constantinople. The 1889 census shows that Jewish women ran 30 of 36 licensed brothels in Kherson province, where Odessa was located. In 1908 the American consul there claimed that the whole business of prostitution is almost exclusively in the hands of Jews."

Jewesses were prominent in the practice of prostitution. Thus, of 5127 licensed prostitutes in 1889, 1122 or 22 per cent were Jewish. Prostitution was particularly prevalent in the impoverished Habsburg province of Galicia. According to Rabbi Rosenak of the German Union of Rabbis in 1902:

"In fact I was assured by different doctors that there were between 30 to 50 per cent Jewish prostitutes. If this is terrible, it is even more startling if one speaks of the procurers of prostitutes. It is inconceivable how it could be that the owners of the tolerated houses are Jewish throughout."

Jewish procuring flourished throughout the Austro-Hungarian Empire. One Jewish madam was known as "Lucky Sarah" so named because she was the founder of the Hungarian export trade. Equally famous was Sarah Grossman known as "The Turk" because of her practive of dispatching girls to Constantinople. Two major centers of sex slave exporting were the industrial towns of Czernowitz and Lemberg. In 1892 a very famous mass trial of 27 procurers was held in the latter. All 27 defendants were Galician Jews.

As Bristow notes the trial received so much attention that it marked a turning point in the use of the issue by the anti-Semites. A major device of the procurers was a Jewish ceremony referred to as the stillah chuppah. This included a religious wedding ceremony which had no civil validity. Thus, the soon-to-be abducted female would be misled into believing that she was married with the rights of a wife only to discover later that her legal rights were nil. Innumerable Jewesses found themselves tossed into brothels by this device.

The Jewish sex slave trade was international in scope. When the mass exodus of Jews out of Czarist Russia began in the 1880s the Jewish pimps and procurers soon found greener pastures in South America. A vast transatlantic trade in prostitutes began along the Warsaw to Buenos Aires route.

Adolf Weissman, Sigmund Reicher, Adolf Dickenfaden, the "King of the Traffickers", Noe Traumann, the Goldenbergs, the Springfeder brothers of Warsaw, the Goldstein brothers, Jacob Zabladovitch and his three sons and many, many others, including Israel Meyrowitz plied the transatlantic trade. These Jews eventually established the Zwi Migdal Society which institutionalized the prostitution business in Argentina until its power was broken in the 1930s.

A partial list of Zwi Migdal's formal directorate of 1926 is revealing: Zacharias Zytnitski, president; Felipe Schön, vice-president, Max Salzman, secretaty; Simon Brotkevich, treasurer; Abe Marchik; Jacob Zabladovich; Sally Berman; and Marcus Posnansky.

These Polish and Hungarian Jews were known to police on two continents as they made annual trips back and forth to Eastern Europe to trick, kidnap and recruit fresh faces for their brothels.

Prostitution was not accorded the same legal protection in North America as in the South, but in New York City too the Jewish prostitution and vice business flourished. Rosie Hertz from Hungary was one of the city's earliest and most successful prostitutes. Mortke Goldberg and the Soviner brothers, Max and Louis later came to dominate the New York sex business. As in Argentina, the "New York" pimps and procurers had a self-help and self- promotion organization the "Independent Benevolent Association".

Two of its founders were Martin Engel and Max Hochstim. The Jewish sex slave trade was so infuriating to real Americans that in 1910 Congress passed the Mann Act which made it a felony to procure for prostitution across state lines. The Mann Act had been preceded in 1907 by a famous essay by G. K. Turner "Daughters of the Poor" in McClure's Magazine (No. 34, 1908). Although Bristow insists that Turner was wrong to label New York City as the center of the world wide sex slave trade many of his charges against Jews did have a basis infact.

As noted earlier in discussing Odessa, the Jewish sex slave trade flourished in Constantinople under the Ottoman Sultanate. Although Bristow does not mention it Jews were strongly entrenched in Ottoman society from the time of the expulsions from Spain in 1492. Large numbers of Jews migrated to Turkey where they replicated their positions as tax collectors and financial advisors.

This privileged position was certainly an asset to those Jews who wanted to go into the prostitution business. The Jewish pimps and procurers were further aided by general Ottoman tolerance of prostitution and servitude in general. Writes Bristow:

"Nothing was more disturbing to the Jewish opponents of white slavery than the state of affairs at Constantinople on the eve of the First World War. The existence of a thriving community of Jewish traffickers and brothel keepers was confirmed over and over again by pained observers from the B'nai B'rith, ... ICA, Hilfsverein der Deutschen Juden (Relief Organization of German Jews), Jüdischer Frauenbund (League of Jewish Women) and other interested organisations."

In 1915 the Turkish government finally decided to clean up the thriving prostitution business. Osman Bedri Bey, the prefect of police rounded up 176 suspects of whom all but a handful were Jewish. Hungarian and Rumanian Jews predominated in the Turkish sex slave trade along with the Odessan Jews. Two the most famous Hungarian Jews were Julie and Anton Hirshfeld, whom Bristow labels "probably the most prosecuted couple in the annals of white slavery". The Romanian city of Galatz on the Danube river served as one of the principal launching points for the Constantinople traffic. There was even an Argentinian link through the infamous David Felken. The road from Constantinople led further East. In Alexandria in Egypt police statistics in 1903 showed that "between 70 and 80 per cent of the prostitutes in tolerated houses there were Jewish women from Galicia, Bukovina, and Romania". A certain number of Jewish prostitutes followed the British Raj into India following the opening of the Suez Canal in 1869. The Jewish prostitutes also followed the American military into the Philippines following the Spanish-American War of 1898. According to an interesting statement of the celebrated Rabbi Stephen Wise in 1902:

"According to the statement of my informant, a large number of Jewish women in Manila are to be found in the ranks of prostitution ... at one time the number reached 200, but ... now the number is less than 100, thanks to the measures of the American Government. These women are mainly of Galician, Russian or Rumanian birth. It is almost too shaking to put to paper, but according to Mr. Rubenstein, the statement of a man that he is a Jew is followed invariably by the question 'Have you any nice women to sell ?' ..."

From London the infamous Joe Silver moved to South Africa and established a thriving prostitution business.

These facts and many others conclusively establish the existence of a thriving, international and interconnected Jewish sex slave trade. What was the Jewish response to this horrible business? PROSTITUTION AND PREJUDICE makes very clear that Jews of the day were at least as concerned about the use anti-Semites were making of the issue as they were about the sex slave trade itself. For instance, Der Israelit, the German orthodox newspaper wrote the following against the Jewish liberals who insisted on airing the problem:

"First they commit a folly ... second they commit a chillul-hashem against God. Third their communities confront them with the words, 'You've given our enemies a sword to smite us with'."

The Jewish fight against white slavery, such as it was, consisted mainly of organising societies for the protection of women and children, establishing international coordination and exchange of information, watching docks and ports for suspicious characters and holding international conferences. This activity took place mainly in England and Germany. One early such society was founded in 1896 and named the Jewish Association for the Protection of Girls and Women. (Interestingly, several members of the Jewish Board of Deputies who were later to become prominent in the fight against the Balfour Declaration, such as David Aleksander, were involved in this work.)

In Germany, relations between the Jewish and non-Jewish members of these anti-white slavery leagues were less than cordial. German Jews were taking the heat for the Ostjuden and their activities. Bertha Pappenheim, the famous German-Jewish feminist, complained about this popular attitude long and bitterly.

Edward Bristow admits that despite laudable efforts by more enlightened western Jews the sex slave problem gradually faded because of considerations extraneous to organized attempts to fight the evil. The slowing down of the great Jewish migrations out of Czarist Russia, the equalizing of sex ratios in frontier parts of the world, the growth ofupward mobility all played a far greater role in eventually reducing the sex slave trade than all official and coordinated efforts.

PROSTITUTION AND PREJUDICE: The Jewish Fight Against White Slavery 1870-1939, is a thoroughly researched and documented study of a problem of major importance. But as the very title of the volume indicates, it is written from an inherently flawed and self-serving perspective. Bristow argues that Jews were the "good guys," even as he abundantly proves that they were not. Throughout his study prevails the attitude that it was and still is illegitimate for anti-Semites to make use of the sex slavery issue. In Bristow's own words (referring to the political effect of Jewish anti-white slavery activism):

"Did the work do anything to deny the issue to the anti-Semites ? After the war the argument that trafficking in Christian women was inherent in Jewish genes was resorted to even more insistently than before. In the relatively innocent years before 1914 one can understand how Montefiore, Maretsky, Pappenheim, and the others could place hope in a reasoned response. Their 'rationalist fallacy' was a product of their times. As difficult as the situation was, they had no way of knowing what was to come."

PROSTITUTION AND PREJUDICE makes no attempt to examine possible causes for Jewish predominance in the prostitution racket beyond the misery and suffering of the Pale of Settlement. Thus, there is no Israel Shahak-style examination of the Talmudic passages which teach that all non-Jewesses are whores or that the Jew may do with the non-Jewess what he will.

Nor is there any discussion of the general Talmudic injunctions to cheat, steal from or lie to non-Jews. These principles, followed literally in the real world, may have had much more to do with why Eastern European Jews played such a large role in the worldwide sex slave trade than general social conditions.

Bristow ends his account on a sour note by noting the political capital the Nazis made of the issue. He says nothing about the massive sex slave trade in kidnapped Ukrainian girls being shipped to Israeli brothels which is flourishing right now. As he says in his concluding paragraph "defending the good name of the Jews" is a worthy endeavour, whatever the facts might be.

Sunday, November 04, 2012

Fuhş-i cedid


"bundan böyle istanbul servet ile fakr u zaruretin, sefahat ile sefaletin buluştuğu, kaynaştığı bir kentti. öte yandan açlık namus sorununa yol açıyordu. cihan harbi'nde maişetini yitirmiş kadının kurtuluş yolu "bulgurcu"ya metres olmaktı. nitekim, "namusla açlık meselesi"nde hüseyin rahmi'nin dürriye'si bu yolu seçmişti.* savaşla birlikte birçok evde, erkeğin cepheye şevkiyle, maişet değirmeninin suyu kesilmişti. dürriye çoluğu, çocuğu terk etmiş, bulgurcuya kaçmıştı. artık "günah işlemeden" kimsenin karnı doymuyordu. namusla açlık bir türlü bağdaşmıyordu. bundan böyle, hikaye ve roman cephe gerisinde kadının akibetini; çektiği ıstırabı, düştüğü sefaleti; sefahaü, fahişeliği tasvir ediyordu. erkek cephede tehlikeye, acıya maruzdu; cephe gerisinde ise kadını moral felaket bekliyordu. savaşta erkek cephede, kadın kaldırımda kırılıyordu. savaş kadınları cephe gerisi kurbanlarıydı.

ahmed rasim'in deyişle, "eski fuhuş", ya da "fuhş-i atik" çökmüş, yerini "fuhş-i cedid", yani "yeni fuhuş "a bırakmıştı. eskiden birkaç mahalleye sıkışıp kalmış olan bu "içtimaî rezillik" yılan gibi kovuktan kovuğa sokularak evden eve tünel açmış; yeni fuhuşa ortam hazırlamıştı. yeni "rezalet" yerleri açılmış; çoğalmıştı.
muhtelif semdere saldırarak dallı budaklı bir şekil almıştı. bilhassa müslüman kesime sirayet etmişti. islâm "içtimaî terbiyyesi" yaralanmıştı. ahmed rasim, fuhuşun yayılmasını, fuhş-i cedidin ortaya çıkışını cihan harbi'ne bağlıyordu. bu büyük hercümerç sırasında aile erkeği cepheye sevkedilmişti. sefalet, yoksulluk, açlık, kimsesizlik aile kurumunu zorluyordu. aile bağları gevşiyordu. geçim derdi osmanlı kadınını sokağa itiyordu. fuhuş aile yuvasına giriyor; dört bir yana saldırıyordu. ahmed rasim'in deyişiyle birkaç yılda "görenek" olup çıkmıştı. istanbul'un müslüman ahalisi bir "gayya-i müsibet"e doğru yuvarlanıp gitmekteydi. payitaht birçok servetini gayr-ı meşru kaynaklara tahsis edip sarf ederken öte yanda "zaruret-i hayat "in kurbanları sürekli artmakta, çoğalmaktaydı. ahlâk çöküşünün ülkenin toplumsal bünyesi üzerinde yaptığı en tahripkâr tesir fuhuş sorunuydu."

(zafer toprak, ittihad- terakki ve cihan harbi, 2003, 194)