Tuesday, November 01, 2016

YASAKÇI'DAN KAVAS'A



Sinan ÇULUK

Günümüzde ecnebi lisanlarına olan eğilimin artması ile yüzlerce yıldır lisanımızda mevcut olan güzelim kelimelerin yerlerine ithallerinin ikame edildiğine şahit olmaktayız. Bu türden bir kelime de “bodyguard” olarak kullanılanıdır. Bu kelime aynı isimli bir amerikan filminin Türkiye de epeyce izlenmesiyle kısa sürede yayıldı. Filmde bir şarkıcının koruması ile olan duygusal ilişkisi canlandırılıyordu. Aktörün rolünde ülkemizde seksenlere kadar yaygın olarak kullanılan, “fedai” kelimesinin ruhuna uygun olan bir canlandırma vardı. Buna rağmen yeni yeni gelişen ve imaj değişikliğine ihtiyacı olan güvenlik sektörünün bazı mensupları bu nev-zuhur kelimeye can havliyle sarıldılar ve yaygınlaşmasına katkıda bulundular. Uzun bir süre “koruma” ve “bodyguard” kelimeleri bir arada kullanıldı. Son zamanlarda ithal kelime epeyce mevzi kaybetse de yine bir fırsatını kolladığına eminim. Bütün bu olan biten arasında bizim tarihten gelen bir kelimemiz vardı ki hiç kimsenin dikkatini çekmeden boynu bükük bir kenarda bekliyordu.

Yasakçı:
1-Vaktiyle bir resmi adamın önünden geçip herkesin takarrübünü (yaklaşmasını) ve memerri (yolu) üzerinde durmasını yasak eden adam, yaver. 2- Sefir ve konsolos ve saire muhafızı , kavas.
Kamus-ı Türki’de bu şekilde tarif edilen “yasakçı” aslında asayiş tarihimizin en önemli simalarındandır. Yeniçeri Ocağı’nın içinden çıkan bir görevlidir. En eski sözlüğümüz olarak Türkçe’yi Araplara öğretmek iddiasındaki Kaşgarlı Mahmud’un Dīvānü Lugāti′t-Türk kitabında, yasa ve yasak kelimeleri yer almaz. Umumiyetle Moğolca’dan geldiği kabul edilen bir kelimedir. “Cengiz Yasaları” denince kanun anlaşılır. Türkçe’ye girişiyle birlikte “yasaya uygun olmayan” manasına bir kelime olarak yasak denmiştir. Haliyle bu yasak uygulamasını gerçekleştirene de yasakçı denilir. XV. Yüzyıl kaynaklarından Enveri’de

Anda fevtoldu yasakçısı bile
Zī-saadet Hakk yolunda kim öle

mısralarında yer alır.[1] Moğolların hakim karşılığında kullandığı yasavulun anlamı değişmiş olarak bazen yasakçı manasına kullanıldığı da olmuştur. XVI. Yüzyılın en önemli sözlüklerinden Dekayıku’l-Hakayık’ta durbaş kelimesi izah edilirken “Yasavulların elindeki alet-i zecrdir (önleyici alet) ki ırak durun deyü halkı beğlerin önünden defederler” diyerek yasakçıların işi ve bugün kullandığımız cop kelimesi tarif edilmektedir.[2]

Bu yazıda hakkında pek araştırma yapılmayan, bilhassa Tanzimat Fermanı’ndan (1839) önceki durumu bilinmezlerle dolu bir müessese olan “Yasakçılık” hakkında, elimizdeki kaynaklardan ulaşabildiğimiz malumatı aktarmaya gayret edeceğiz.

Osmanlıda Tanzimat uygulamalarından önce güvenlik işleri çoğunluk kadı ve subaşılar ile maiyetlerinde olan personel eliyle yürütülürdü. İlave olarak asesbaşı gibi asayişi sağlayan görevliler de Yeniçeri Ocağı’nın mensuplarıydı. Bostancıbaşı daha çok İstanbul ve Edirne gibi payitaht şehirlerinde kendine ait bölgelerin güvenliğinden sorumluydu. Tüm bu görevliler sonuçta ordu mensubu idiler. Devlet çatısı altında örgütlü toplumun güvenliğini de devlet sağlardı. Eyalet valilerinin, sayıları bin ila üç binlere varan kapı halkı tabir edilen mensupları, bir anlamda özel güvenlik örgütü idi. Mensup oldukları valinin zamansız ölümü ile boşta kalan kapı halkının eşkıyalık faaliyetlerine giriştiğine dair örnekler mevcuttur. Bunun önüne geçmek için bazen vefat eden valinin kapı halkı, diğer valilerin maiyetlerine taksim edilerek oralarda istihdam edilirlerdi.
Yeniçeri mensuplarının zamanla esnaflık ve diğer zanaat dallarında serbest girişimci olarak faaliyet göstermesi ile bir anlamda doğal meşgaleleri olan güvenlik sahasına el atmamaları düşünülemezdi. Yasakçıların genellikle sefaretlerde görevli olduğu söylenmektedir.[3] Yüzeysel bir araştırma ile dahi bunun yanlış olduğu, aslında bu görev alanlarıyla sınırlı olmadıkları anlaşılmaktadır. Gümrük sahaları, maden ocakları, kasaba dahili ve şehir kapıları gibi ticari faaliyet alanları yanında patrikhane ve Müslüman mabetleri çevrelerinde dahi yasakçılık görevini ifa ettikleri görülmektedir.

Evasıt-ı Zilhicce 1109 (18-28 Haziran 1698) tarihli İngiltere elçisinin arzuhali üzerine yazılan bir hüküm tezkiresinde, Mısır ve İskenderiye iskeleleriyle diğer Osmanlı bölgelerindeki İngiltereli tüccarlardan yüzde üç gümrük vergisinin haricinde ahidnameye aykırı olarak mahzen hakkı ve diğer bahaneler ile avaid namıyla akçe talep eden yasakçıların önlenilmesi istenilmiştir. [4]


16 Zilhicce 1147 (9 Mayıs 1735) tarihli bir arzuhal üzerine buyrulduda Şam’daki Emeviyye Camii’nin yasakçısı Mustafa’nın ölümüyle bu göreve talip olan Hacı İbrahim’in durumu biraz farklılık arz etmektedir. Hacı olduğuna göre Yeniçeri olamayacağı ihtimali varsa da, önceki yasakçı Mustafa’nın Anadolu Muhasebesi’nin derkenarında kayıtlı olan ismindeki Odabaşı unvanı bunların da yeniçeri olduğunu düşündürmektedir. Görevde istihdamı Şam kadısının hücceti ve vakıf mütevellisinin tezkiresiyle olmaktadır. Üstelik altı akça olan yevmiyesini Ocak’tan değil de Emeviyye Camii vakfından alması özel bir güvenlik sistemini akla getirmektedir. Görevine başlayıp ücretini alabilmesi ancak tuğralı berat ile olacağından merkezin otoritesinin kabulü de söz konusudur. Belgede yasakçının camide ne gibi bir koruma faaliyeti sağladığının ayrıntıları mevcut değildir. [5]

Evasıt-ı Zilkade 1197 (6-16 Ekim 1783) tarihli Adana İhtisab Mukataası yasakçılık aidatının tahsil edilemediğine dair şikayeti havi Yeniçeri Ocağı Saraçbaşı ihtiyarlarının gönderdiği arzuhal ve Nişan Kaleminden yazılan derkenar, yasakçılık teşkilatına dair birçok bilgiyi bize sunmaktadır. Her şeyden önce burada Yeniçeri kulluklarındaki yasakçılara, değnek tabir edildiğini ve her kazadaki kullukların yasakçılarının Kul Kethudasının mektubuyla tayin edildiğini bildirir. Yasakçılar için toplanan caize tabir edilen aidatlar postalbaha namıyla Yeniçeri Ocağı’na tahsis edilmiştir. Adana’da mevcut beş aded yasakçı değneğinin aidatları Adana İhtisab Mukataasını malikane suretiyle işleten mültezimler tarafından tahsil edilmektedir. Biri kapıcıbaşı diğeri de hacegandan olan nüfuzlu mültezimler tüm ısrarlara rağmen topladıkları aidatları Ocağa teslim etmemişlerdir. Ocağın saraçbaşısı tarafından hesapları görülen postalbaha aidatının ve diğer ocak tahsisatlarının önemi vurgulanarak, ödemelerin yapılmaması halinde yasakçılık hizmetinin ortadan kalkmasına sebep olabilecek bu gibi ihmaller şikayet edilmektedir. [6]

Yeniçerilerin özel müteşebbis ruhuna ve güvenlik sektöründe rekabetçi unsurlara dair İstanbul Rum Patriği’nin arzuhali önemli bilgiler içermektedir. Rum Patriği yasakçısı 7. bölükten Ahmed Beşe adlı yeniçeri yedi-sekiz senelik hizmetinde patrikhane mensuplarını ve patrikhane çevresindeki kadın-erkek herkesi memnun etmiştir. Patriklere kendi istedikleri yeniçeriyi yasakçı olarak istihdam etme hakları ferman ile verilmiştir. Buna rağmen yeniçeri taifesinden bazıları patrikhaneye gelerek “size yasakçı oluruz” diyerek tacizde bulunmaktadırlar. Bunu önlemek için verilen eski fermanın yenilenmesi talep edilmektedir.[7] Fener’deki Rum Patrikhanesi yasakçıları Fener Kapısı tarafındaki kolluk tabir olunur odada otururlardı.[8] Rum patriklerinin metropolid ve cemaatlerinden bazı şahısları yanlarına getirip götürmek için yasakçıların refakatini talep ettikleri anlaşılmaktadır.[9]

İtalyalı tabip Kostanti maiyyetine tayin olunan 59. bölük yeniçerilerinden Yasakçı Mehmed’e hazineden aylık 80 kuruş maaş bağlanmıştır.[10] Maaşının Yeniçeri Ocağı veya hizmetinden sorumlu olduğu kişi tarafından ödenmesi yerine Miri Hazine’den ödenmesi devlet için önemli görevlilerin de yasakçı marifetiyle yakın korumaya alınmasına iyi bir örnektir.
Kaçakçılıkla mücadelede de Başyasakçı’nın oldukça etkili bir görevde olduğunu, zahire kaçakçılığı yaparken yakaladığı kişileri Seddülbahir kalesinde kalebent cezasına çarptırmasından anlıyoruz.[11]
Buraya kadar çeşitli istihdam alanlarından örnekler verdiğimiz Yasakçıların sefaretlerdeki hizmetlerine geçmeden önce ilginç bulduğumuz bir göreve değinmek gerekmektedir. 1797 senesinde İzmir’de büyük karışıklıklara sebep olan ve İzmir’in Frenk mahallesinin yakılmasıyla sonuçlanan bir olay vuku bulmuştur. Venedik Konsolosunun himayesinde bir canbazlar grubu gösteri icra etmek maksadıyla İzmir’e gelmişlerdir. İzmir’deki Venedik konsolosunun yasakçısı 31. bölükten yeniçeri Bilal, gösteri merkezinde biletsiz içeri girmek isteyenlere mani olmak isterken Venedikli bir gemici tarafından öldürülmüştür. Katledilen Bilal’in yeniçeri arkadaşları katilin devlet tarafından cezalandırılmasını talep etmişlerdir. İzmir kadısı ve erkanı, katili Venedik konsolosundan teslim alıp cezalandıramayınca, arkadaşlarının kanının davasını güden yeniçeri, kalyoncu, pasban ve boşta gezer takımı hep birlikte harekete geçmişlerdir. Şehirdeki yabancı gemici ve diğer ecnebilere karşı harekatlarında şiddetli karşılık gördüklerinden, uzun süreli çarpışmalar neticesinde İzmir yangın yerine dönmüştür.[12] Burada ayrıntıya gerek görmediğimizden, sadece yasakçının görev yerleri arasında eğlence merkezlerindeki kapı koruma görevlisi olma unsurunun bugün ile uyum sağladığını belirtmek istiyoruz.

Yasakçıların en yaygın ve en çok bilinen görev yerleri her zaman sefaretler olmuştur. Osmanlı’nın azametli devirlerinde tenezzül etmediği ikamet elçiliği ve konsolosluklarını Osmanlı topraklarında çok eski tarihlerde kuran Avrupa devletlerinin, çeşitli ahidnamelerle bir anlamda dokunulmazlık kazanan elçi ve konsolosları vardı. Bunlar yanlarında çalıştırdıkları Osmanlı tebaasından tercümanlar yanında, korunmaları için de Yeniçeri Ocağı’ndan yasakçı istihdam ederlerdi. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde sefirlerin veya kendi tebaalarından tüccarların Osmanlı topraklarında seyahatleri esnasında refakatlerinde yasakçıların görevlendirilmesine dair taleplerini havi çok sayıda sefir arzuhali (takriri) ve karşılığında verilen yol emri mevcuttur.
III. Mustafa’nın saltanatından itibaren görevlendirilen ecnebi askeri uzmanların, orduda ve askeri teknolojide yenilikler yapılmasına dair raporlarındaki Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı ve alternatif orduların kurulması tavsiyesi, Osmanlı ulemasının düşüncelerine de yansımıştı. III. Selim devrinde yapılması düşünülen ıslahata dair, ulemaya sipariş üzerine yazdırılan layihalarda da ecnebilerle paralel düşünceler görülmektedir. Bu süreç sonunda yeniçeriler kanlı bir şekilde tarih sahnesinden kaldırılmışlardır. Osmanlı Devleti’nde politik muhalefetin ve iktisadi kuvvetlerin en önemli dayanak noktalarından birisi de Yeniçeri Ocağı idi. Yeniçeri Ocağı ve ortadan kaldırılması günümüze kadar hakkıyla incelenmemiştir. Ocağın ilgasının genellikle Osmanlı modernleşmesinde en önemli dönüm noktalarından biri olduğu söylenmektedir. Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasından sonra yapılabilen düzenlemelerin, ülkemizin emperyalist politikaların hedefi haline gelmesinde ne kadar etkisi olduğunun tespiti gereklidir. Ülkemizi günümüzde de her alanda destabilize etmek isteyen dış güçlerin bu olaydaki etkisi ve ocağın kaldırılmasıyla doğan boşluğun hangi politik muhalefet ve iktisadi aktörlerce doldurulduğu araştırılmalıdır.

II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı 1826 senesinde kaldırmasına kadar sefaretlerde Yeniçeri Ocağı’nın bir parçası olan yasakçılar kullanıldı. Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren çok önemli görevlere ve toplumsal etkiye sahip olan bir kurumun aniden ortadan kaldırılmasıyla doğan boşlukta devletin de refleksi zayıflamıştı. Sefaretlere Ocağın ilga edildiği ve yasakçı sınıfının da doğal olarak kaldırıldığı tebliğ edildi. Bundan sonra sefaretlere sadece Galata Voyvodalığı’ndan voyvoda neferatı namıyla nöbet usülüne göre hizmetliler tayin edilecekti. Öncelikle İngiltere ve Fransa elçileri bu duruma itiraz ettiler. Kendilerinin eskiden beri ahidname ile Osmanlı ordusunun en itibarlı sınıfından olan Yeniçeri Ocağı’ndan yasakçı istihdam ettiklerini ve şanlarına uygun olmayan voyvoda neferatını kabul etmeyeceklerini bildirdiler. Osmanlı Devleti ahidname hükümlerini kabul etmekle birlikte fiili durumda yeniçerilerin ilgasının ahidnameye aykırı olmayıp, devletin içişlerini ilgilendiren bir mesele olduğunu ve sefaretlerin emniyetinin eskiden olduğu gibi şimdi de devlet tarafından tahsis edilen kuvvetlerle sağlanacağını bildirdi.[13]

Avrupa devletlerinin önceleri kaldırılması için çalıştıkları Yeniçeri Ocağı’nın, kendileri için en itibarlı bir konumda olduğunu söylemeleri, diplomatik kriz çıkarmak için hiçbir fırsatı kaçırmadıklarının bir göstergesidir. Hatta İngiltere ve Rusya, 1821 deki Yunan isyanından beri sahiplendikleri Rumlar üzerindeki etkilerini arttıracak düzenlemeler için, yasakçı ihtilafını koz olarak kullanmaya kalktılar. Fransa elçisi daha da ileri giderek Tophane Ocakları, Tersane-i Amire veya yeni kurulmakta olan Asakir-i Mansure’den kendilerine yasakçı tayin olunmasını; aksi takdirde maiyyetine Fransa’dan Mustahfız neferatı[14] getirteceğini bildirdi. Bu niyetinin gerçekleşmesi için aslında bir ticaret gemisiyle dokuz Soltat[15] neferi zaten Osmanlı karasularına gelmişti. Bu duruma sert tepki gösteren Osmanlı hariciyesi Soltatların İstanbul’a çıkmasına mani olarak onları Çanakkale’deki Fransa konsolosuna teslimen tevkif etti.[16]

II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı hatırlatan her şeyi ortadan kaldırmak istiyordu. Mezarlıklarda yeniçeri serpuşlarından börklü, üsküflü kabir taşlarını bile yok ettirmişti. Dolayısıyla yeniçeri kıyafetlerini hatırlatan her türlü giysiden de hoşlanmıyordu. Sadrazamın takriri üzerine yazdığı bir Hatt-ı Hümayun’da “ ...vüzera dairelerinde kavas tabiriyle bir takım neferat olup bunlar ahz u habs hizmetlerinde istihdam olunurlar ise de Serasker Hüseyin Paşa mukaddem Boğaziçi’nde ikamet eylediği esnada dairesinde istihdam eylediği kavaslar beraber gelmiş olduklarından yine eski hey’etle onları istihdam ediyor. Ancak bunlar sa’ir askerî kıyafetinde olmayıp gümüş göğüs çaprastı ve bütün kılabdan işleme nimten ve tozluk istimal ve telebbüs ederek her birinin biner bin beş yüzer guruşluk elbisesi olduğu mesmû‘ ve meşhûd-ı şâhânem oldu. Sair askerî bunları gördükçe tavrından çıkacağı zahir olduğuna mebni buna ziyadesiyle takayyüd ve ihtimam lazım gelir.[17] şeklinde uyarılarda bulunur. Zira Serasker Hüseyin Paşa’nın kavaslarındaki yeniçeri kıyafetlerini hatırlatan gümüş göğüs fişekliği, ipek sırmalı mintan ve sırmalı tozluklar pek bir ihtişamlı olduğundan diğer askerlerin de rağbet göstereceği kıyafetler idi.

Bu uyarıyı dikkate alan sadrazam diğer bir takririnde bu kıyafetlerin asla yeniçeriliği hatırlatmak olmayıp saltanatın şan ve şevketini göstermek maksadıyla ihtişamlı tutulduğunu üstelik kıyafetleri bu nitelikte olmayan kavasların sefaret dairelerinde istihdam edilmeyip geri gönderildiklerini bildirir. Hatta eski devirlerden beri teamülün böyle olduğunu bir örnekle belirtir “...düvel süferası mukaddema ocağ-ı mülga takımından verilen orta ve yasakçıların güya kendilerine şan olmak üzere kıyafet ve elbiselerine pek dikkat edip hatta bir kere elçinin biri, verilen yasakçıların birini saatinin kösteği gümüş zincir olmayıp, kaytan olduğu için geri göndermiş.” [18]

Gitgide yumuşama eğilimleri gösteren Osmanlı ve ecnebi devletlerin diplomatları orta yolu bularak, itibarları her türlü hademeden üstün olan Sadaret kavaslarının sefaretlerde görevlendirilmeleri konusunda anlaştılar. Sefaretlerde görevli yasakçılara Tanzimat’tan sonra kavas tabir edildiğine dair yaygın ve yanlış olan malumatın bundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu dönemde kavas ve yasakçı kelimelerinin ikisi de kullanılmakla beraber, yasakçı her zaman daha yaygın olarak kullanılmıştır.[19] Daha sonra Babıali ve vezir dairelerindeki kavasların bu süslü kıyafetleri sade bir hale getirildi. Sefaretlerde görevlendirilecek kavasların sadece görev esnasında gümüş göğüs fişekliği, ipek sırmalı mintan ve sırmalı tozluklar giymelerine izin verilerek bu kıyafetler kavaslara zimmetlendi. Bu takririn üzerine II. Mahmud el yazısıyla “...bunlara bir libas-ı mahsus mu verilmek münasibdir? Velhasıl acele iktiza etmez. Etrafıyla mülahaza ve erbabıyla müzakere ederek bir hüsn-i surete ifrağına ihtimam ve dikkat eyleyesin”hattını yazarak kavaslar için bir üniforma tespit edilmesini istemiştir.[20]

Yeniçeri sınıflarının ortadan kaldırılmasıyla eski yasakçıların birçok görev alanı başkaları tarafından dolduruldu. Bu sıfat da sadece konsolosluklarda eskiden olduğu gibi bu isimle çalıştırılan, ama ruhunu tanzimattan alan bir görevliye münhasır kaldı.

1838 yılında imzalanan Baltalimanı Ticaret Muahedesi ile İngiltere’ye verilen ticari imtiyazlardan, bilahare diğer Avrupa Devletleri de yararlandırıldı. Türklerin ticaret, zanaat ve sanayi erbabını ortadan kaldırıp bir avuç azınlık tebaa ve ecnebinin sermaye biriktirmesine sebebiyet veren, kapitülasyon dediğimiz bu imtiyazlar çerçevesinde, Osmanlı Devleti’nin en küçük hacimde ticaret yapılan merkezlerinde bile ecnebi konsoloslukları açıldı. Buralarda gerekli olsun olmasın çok fazla sayıda yasakçı ve tercüman istihdam edilerek, Osmanlı tebaasından bir hayli yerli nüfusun askerlik ve vergi problemleriyle devleti karşı karşıya getirdiler. Zamanla kapitülasyonlara dayanarak Osmanlı yerel mülki amirlerini dışlayan ve Osmanlı tebaası olan gayrimüslim azınlıkları himaye iddiasıyla devletin egemenlik haklarını bile ihlal eder hale gelen ecnebi konsolosluklar meselesi bir nizamnameye bağlanılmak istendi. Bunun neticesinde Osmanlı diplomatları ile sefaretler arasında uzun süren müzakerelerin ardından hazırlanan nizamname, 8 Muharrem 1280 (25 Haziran 1863) tarihinde Sadaret’ten Mabeyne gönderilerek padişahın iradesi talep edildi. Ertesi günü bu irade istihsal edilerek ilk defa olarak konsolosluklar ve dolayısıyla konumuz olan yasakçılar bir kanuna bağlandı. Önemine binaen sadaret tezkiresi, irade metni ve Konsolosluk Nizamnamesi’nin günümüz Türkçe’siyle yazılışını aşağıda veriyorum.





Atufetlü Efendim Hazretleri
Osmanlı Devleti’nde bulunan dost devletlerin konsolos ve konsolos vekilleri Devlet-i Aliyye vatandaşı birçok kimseyi konsoloshane hizmeti vesilesiyle himaye altına almışlardır. Bu yüzden çeşitli uygunsuzluklar meydana gelmektedir. Bu fenalıklara bir son vermek ümidiyle sefaretlerle yapılan müzakereler üzerine kaleme alınan nizamnamenin tercümesi padişahımızın dikkatine takdim kılındı. Bu hayırlı işin vücuda gelmesi devletimize pek çok yarar sağlayacaktır. Devlet-i Aliyye memurları ile ecnebi devletlerin memurları arasında meydana gelen ihtilaflar ve tartışmalar ortadan kalkacaktır. Bu nizamnamenin çoğaltılarak taşra memurlarına da gönderilmesi ve bundan sonra hükümlerinin kanun olarak kabulü hakkında padişahımızın iznine göre hareket edilecektir.
8 Muharrem 1280   (26 Haziran 1863)[21]
Sadrazamın bu tezkiresine bir gün sonra mabeynden verilen cevap:
Maruz-ı Çaker-i Kemineleridir ki
Sadaret tezkiresi ve adı geçen nizamname tercümesi padişahımızın takdirlerine sunulmuş ve tezkirenizde belirtildiği gibi çoğaltılarak taşra memurlarına gönderilmesi ve bundan sonra kanun olarak kabulü padişahımızın iradesiyle uygun görülmüştür.
9 Muharrem 1280   (27 Haziran 1863).[22]


Şimdi de nizamnamede yasakçılarla ilgili olan maddeleri veriyorum:



Osmanlı Devleti’nde Bulunan Yabancı Devletlerin Konsoloslukları Hakkında Düzenlenen Nizamnamenin Tercümesidir.
Birinci Bend
Konsolosluklar aşağıda belirtilen miktarda Osmanlı vatandaşlarından imtiyazlı memurlar istihdam edebilirler. Baş konsolosluklar veyahut eyalet merkezinde bulunan konsolosluklar dörder ve baş konsolosluklara tabi konsolosluklar üçer ve konsolos vekaletleri veyahut konsolosluk memurları ikişer tercüman ve yasakçı istihdam edebileceklerdir. Yukarıda belirtilen sayı yeterli olmadığında konsolosluklar İstanbul’daki sefaretlerine müracaat edecek, sefaretler de durumu aktaracakları Babıali ile birlikte karar vereceklerdir.
İkinci Bend
Baş konsolosluklar ve konsolosluk memurları birinci bentte bildirilen sayıdan fazla tercüman ve yasakçı istihdam edebilir. Ancak bunlar diğerleri gibi imtiyazlı sayılamazlar. Fakat birinci bentte belirtilen sayıdan fazla yerliden istihdam edilmesine, Babıali ve sefaretlerin birlikte karar verdikleri de imtiyazlı sayılacaklardır.
Dördüncü Bend
İstanbul’da olduğu gibi başkonsolosluklar tayin edecekleri yasakçılarını eyalet valilerine bildirip valiler de bunların nizami adede kadar olanlarının isimlerini kaydettirip sıfatlarını tasdik edecektir. Konsolos ve konsolos muavinlikleri de tayin edecekleri yasakçıların tanınması ruhsatını havi başkonsoloslukları vasıtasıyla eyalet valilerinden yerel mülki memurlara hitaben yazı aldıracaklardır.
Beşinci Bend
Geçici himaye altında bulunan konsolosluk görevlileri de diğer himaye altındakilerin haklarından istifade edeceklerdir. Cinayet davalarında taşradaki konsolosluk görevlileri de Dersaadet’de geçerli olan usule göre muhakeme edileceklerdir. Yerel mülki amirler bu gibi suçlarda, tabi oldukları ülke hükümetlerinin konsolosluk görevlilerine yardımına mani olmayacaklardır.
Konsoloslukların, imtiyazlı görevlilerine hamiliği şahıslarla sınırlı ve görevlerine bağlı olduğundan görevden ayrılma veya vefat ile bu imtiyaz ortadan kalkar. Sağlıklarında akraba ve taallukatına, ölümlerinde mirasçılarına intikal etmez. Emlak vergisi ile bizzat veya bedelli askerlikten muaf tutulamazlar.
Altıncı Bend
Yerliler ecnebi devletlerin konsolos vekili veya memuru olamayacaklardır.
Onuncu Bend
Konsolos vekilleri ve memurları Devlet-i Aliyye tebaası dükkancılar ve dükkanlar hakkında himaye icra edemeyeceklerdir.
Onikinci Bend
Konsolosların yerli görevlileri imtiyazlı sınıftan bulunmadıklarından himayeye hakları olamayacaktır. Saygı nişanesi olarak, bir suç işlediklerinde tutuklanmaları, hizmetinde bulundukları konsolosa haber verildikten sonra icra edilecektir. [23]
Bu nizamname diğer ülkelerin sefaretleriyle yapılan işbirliği neticesinde ortaya çıkarılmasına rağmen, düvel-i ecnebiye elçileri her fırsatta yorum farkı sebebiyle Osmanlı Hariciyesini uğraştırmaya devam etmiştir. Bu çekişme II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet, İttihat-Terakki ve mütareke hükûmetleri döneminde de devam etmiştir. Cumhuriyet devrinde de eski dönem kıyafetleriyle yasakçı istihdam etmişlerdir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’yı tanımamaya çalışarak sefaretlerini bile İstanbul’da tutmakta direnen elçilerin bu azmi, Ankara Hükûmeti’nin İstanbul Murahhası sıfatıyla görevlisi olan Dr. Adnan Adıvar sayesinde kırılmıştır. Hatıralarında şöyle bahseder:
“ Elçiler murahhaslığa geldikleri veya gezmeye çıktıkları zaman arabalarının üzerinde bir kavas ama sırtında sırma işlemeli üniforması ve belinde kılıcı ve rovelveri ile bir kavas da gelirdi. Onlar kapitülasyonların ayakta gezen bir alameti idi. Elçi bey hâlâ kendini muhafaza için kendi kuvvetine dayanıyordu. Bunu kaldırmak lazımdı. İngiltere fevkalade komiserine fikrimi söyledim. (aman efendim bundan ne çıkar bu bir süsten ibarettir) dedi. Ben de (bu süsü biz de aynen Londra’daki sefirimize yaptırsak nasıl olur?) deyince (pek âlâ olur, kimse bir şey demez) demez mi! Fakat ben hiç düşünmeden (Orada bizim elçiler böyle bir kavas taşırlarsa adeta bir operet tesiri yapar. Biz böyle bir şey yapamayız. Sizin de bunu kaldırmanızı isteriz) dedim. İlkönce İtalya yüksek komiseri Mösyö Maisa adındaki babacan ihtiyar diplomat kavası bıraktı.”[24] Böylece yüzlerce yılın mahsûlü bir kelime, mefhûmuyla birlikte tarihimizdeki yerini aldı.
Osmanlı’nın son dönemlerinde İtalya Elçiliği Baş Kavası olan Said Ağa’yı yakından tanıyan Said N. Duhani’nin kaleminden bir kavasın portresini aktararak yazımıza son verelim. “Said Ağa elçi kavaslığından emekliliğinden sonra belediye memuru olmuştu. Birkaç dil bilen, birçok yabancı madalya sahibi Said Ağa, büyük tören günlerinde elçiliklerin, resmî binaların ve kiliselerin önünde, trafiği düzenliyordu. Bütün misyon şefleri onu tanırdı ve görmelisiniz, arabaları kapılara ve binaların çevresine doluşan çağırılıların ve kalabalığın hayhuyu ortasında, emrindeki sıradan görevlilere, nasıl da yüksekten, kibirle bakardı! O kendi “çevre”sini selamlar ve vezir elleri, Bâb-ı Âli’den kişilerin elleri de ona, son derece koruyucu işaretler çakarlardı... Said Ağa işte buydu, bir Yeniçeri Ağası kadar gururlu.”[25]
***

[1] Tanıklarıyle Tarama Sözlüğü, c.III, Ankara 1954, s. 777.
[2] Keza
[3] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c.III, İstanbul 1993. s. 606.
[4] Başbakanlık Osmanlı Arşivi=BOA. AE. SMST. II, 25/2487.
[5] BOA. C. EV, 24891.
[6] BOA. C. AS, 34467.
[7] BOA. C. ADL, 3626. Belgede mevcut derkenardaki Evahir-i Receb 1139 (13-23 Mart 1727) tarihi, eski fermanın tarihidir. Cülus münasebetiyle tecdid-i ferman talep edildiğinden, vesikanın tarihi III. Ahmed’in yerine geçen I. Mahmud’un cülus tarihi olan 1143 (Ekim 1730) den öncesi olmamalıdır.
[8] BOA. HAT, 15708.
[9] BOA. C. ADL, 1876, 3167.
[10] BOA. C. SH, 460
[11] BOA. C. ZB, 3521
[12] Necmi Ülker, 1797 Olayı ve İzmir’in Yakılması, Tarih İncelemeleri Dergisi II, İzmir 1984, s. 117-157.
[13] BOA.HAT, 23985
[14] Kırk yaşını geçmiş yedek asker.
[15] Fransız askeri sınıflarından biri.
[16] BOA.HAT, 23978 (Ecnebi tebaadan yasakçı istihdam edilmesine dair bu hassasiyetin ileriki yıllarda ortadan kalkarak sefaretlerin kendi tebaalarından yasakçı istihdam ettiği 28 Ağustos 1866 tarihli bir mütalaaname müsveddesinden anlaşılıyor. BOA.HR.TO, 504/22)
[17] BOA. HAT, 23978
[18] BOA. HAT, 23963
[19] Üstelik ileride gösterileceği üzere ilk defa düzenlenen konsolosluk nizamnamesinde bile kavas tabiri yerine yasakçı tabiri kullanılmıştır.
[20] BOA. HAT, 23963
[21] BOA. İ.HR, 201/11440
[22] Keza
[23] Keza. (Bu nizamnamenin Düstur’daki metni (I. tertip I. Cilt, s.772) 33 Safer 1280 tarihli ve dizgi hataları ile doludur.)
[24] Adnan Adıvar’dan naklen, Mehmet Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c.III., s.606
[25] Said N. Duhani, Beyoğlu’nun Adı Pera İken, çev. Nihal Önol, İstanbul 1990. s. 44.


"Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 8, Haziran 2006, s.34-38" de yayınlanmıştır.

Kumbaracı Humbaracıbaşı

Bu arada, Kumbaracı Yokuşu (özgün hali Humbaracıbaşı olabilir) adını, 18 yy'ın ilk çeyreğinde, İstanbul'a gelen ve padişahın hizmetine girerek humbaracı ya da kumbaracı teşkilatının oluşturulmasında önemli bir rol oynamış (humbara bir tür havan topu mermisidir) Fransız  Alexandre Claude Bonneval [1] (Humbaracıbaşı Bonneval-Ahmet Paşa)'in bu yokuş üzerinde kendisine bir ev inşa ettirmiş olmasından alır.  Bonneval-Ahmet Paşa'nın ilk itfaiye teşkilatı olan Tulumbacılar örgütünü, Fransa'daki benzerlerini örnek alarak kurmuş olduğu  da iddia edilir. Paşa, Galip Dede Mevlevi Tekkesi'nin haziresinde metfundur. 

[1] Claude Alexandre, Comte de Bonneval (14 July 1675 – 23 March 1747), was a French army officer who later went into the service of the Ottoman Empire, eventually converting to Islam and becoming known as Humbaracı Ahmet Paşa.

He was the descendant of an old family of Limousin; at the age of thirteen he joined the Royal Marine Corps. After three years he entered the army, in which he rose to the command of a regiment. He served in the Italian campaigns under Catinat, Villeroi and Vendôme, and in the Netherlands under Luxembourg, giving proofs of indomitable courage and great military ability. His insolent bearing towards the minister of war was made matter for a court martial (1704). He was condemned to death, but saved himself by fleeing to Germany.

Through the influence of Prince Eugene of Savoy he obtained a general's command in the Austrian army, and fought with great bravery and distinction against France, and afterwards against Turkey. He was present at the Battle of Malplaquet, and was severely wounded at Peterwardein. The proceedings against him in France were then allowed to drop, and he visited Paris, and married a daughter of Marshal de Biron. He returned, however, after a short time to the Austrian army, and fought with distinction at Belgrade.

He might now have risen to the highest rank, had he not made himself disagreeable to Prince Eugene, who sent him as master of the ordnance to the Low Countries. There his ungovernable temper led him into a quarrel with the Marquis de Prié, Eugene's deputy governor in the Netherlands, who answered his challenge by placing him in confinement. A court martial was again held upon him, and he was condemned to death; but the emperor commuted the sentence to one year's imprisonment and banishment. Bonneval was returned to Vienna, stripped of his rank, titles and honours, and exiled to Venice.

Soon after his release, Bonneval offered his services to the Turkish government, professed Islam, and took the name of Ahmed. He was made a pasha, and appointed to organize and command the Turkish artillery, eventually contributing to the Austrian defeat at Niš and the subsequent end of the Austrian-Ottoman war marked by the Treaty of Belgrade, where Austria lost northern Serbia with Belgrade, Lesser Wallachia, and territories in northern Bosnia. He was also close friends with a well-respected local mullah, Ismail Pasha.

The Venetian Giacomo Casanova described in his Histoire de ma vie meeting the Count de Bonneval in Constantinople at the age of 19, whom he termed Osman rather than Ahmet when he wrote his memoirs in 1797.

He rendered valuable services to the sultan in his war with Russia, and with the famous Nader Shah. As a reward he received the governorship of Chios, but he soon fell under the suspicion of the Porte, and was banished for a time to the shores of the Black Sea. He died at Istanbul in March 1747.

The Memoirs published under his name are spurious. See

Prince de Ligne, Mémoire sur le comte de Bonneval (Paris, 1817);

A. Vandal, Le Pacha Bonneval (Paris, 1885).