Monday, April 19, 2021

GÖKHAN AKÇURA | Peruz Hakkında Çalışma Notları

SOURCE

GÖKHAN AKÇURA | Peruz Hakkında Çalışma Notları

18/04/2021

Ramazana girdik. Yirmi küsur yıldan bu yana ramazan giderek artan bir biçimde “hareketsizlik” ayı olmaya başladı. Tamam bu korona dönemi zaten hareketsiz, ama öncesini de düşünün. Eğlence mekânları kapanıyor, lokantalar “tadilat”a giriyor, konserler erteleniyor, hatta rock festivalleri iptal ediliyordu. Ama eskiden durum tam tersiydi. Ramazan demek eğlence demekti. Millet gündüz oruç tutar, gece eğlenirdi. Hem de doyasıya. O dönemlerden bir hatıra: Kanto. Ve kantonun ilk süperstarı Peruz….
Peruz 1866 yılında doğdu. Koçu’ya göre Beyoğlu Ağa Hamamı’nın arkasındaki sokakta bulunan baba evinde. Nihat Özön-Baha Dürder’in Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi’nde ise Sivas’ta doğduğu yazar.1 Reşat Ekrem Koçu, annesinin “umumhaneci Kaloferiya” olduğunu söyler.2 Sermet Muhtar Alus da aşklarını, belalılarını anlattıktan sonra soyu sopunu da sıralar: “Peruz’un anası Kalifarga Galata’da Zürefa Sokağı mallarındandı; babalığı Tavukçu Mihal’di.”3 Öte yandan Peruz’un soyadı “Terzekyan”, kantocu Şamram’la kuzenler; Ermeniliği konusunda pek bir şüphe yok... 
Reşat Ekrem Koçu’nun “Galata Canavarı Bıçakçı Petri” tefrikasına göre 1879 yılında yani daha 13 yaşında iken annesi Peruz’u Bıçakçı Petri’ye satmıştı. Koçu’nun anlatısında ayrıntılı olarak yer alan Peruz-Petri ilişkisinin ne kadarı gerçeklere dayanıyor, ne kadarı kurmaca bilemiyoruz. Petri, Peruz’un kucağında bir demet çiçek tutan (Abdullah Biraderler damgalı) fotoğrafını görür ve bu güzel kızın peşine düşer. Onu satın alarak geçirdiği gecelerden sonra bambaşka maceralara atılır, Peruz’un izini kaybeder. Dört yıl kadar sonra, Peruz 18 yaşında ve Galata’daki Avrupa Tiyatrosu’nun yıldızı iken Petri eski kapatmasından yeniden haberdar olur. Onu sahnede tüm işvesiyle seyredip, ardından da sevgilisi “Güzel Ahmet”in kucağında görünce tabancasını çekip bu yeni âşığı öldürür ve kaçar.
Bu öldürme olayını Koçu, Ahmet Rasim’in Fuhş-i Atîk adlı kitabından aktarmıştır. Aynı olayı (biraz değişik bir versiyonunu) Sermet Muhtar Alus da Onikiler romanında aktarır. “Galata’nın en azgınlarından Bıçakçı Petri, Peruz’a çiçek atan birinin başına sandalye vurmuş; kafatasını dört bölük etmiş. Kaçarken bir adamın da burnunu kesmiş. Üstelik caka olarak, kapı önünde altı el tabanca atmış.”4
Reşat Ekrem Koçu, Galata Canavarı Bıçakçı Petri romanında yer almayan bir ayrıntıyı ise İstanbul Ansiklopedisi’nin “Bıçkın” maddesinde anlatır: “İkinci Abdülhamid devrinde en namlı bıçkın tiplerinden biri azılı katil Bıçakcı Petri’dir, ki şerir delikanlı o zamanın en ünlü kantocu yosmalarından Peruz’un pek körpe çağlarında belalısı idi. Bir ara Petri Kuledibi kızlarından Marika adında bir yeni metres edinmişdi; zabıta tarafından şiddetle aranan Petri’nin Marika ile münasebet tesisi, bir gönül alakasından ziyade kendisine sığınacak bir yer bulmuş olması idi. Peruz ise bir akşam sahnede sözde bıçkın üzerine bir kanto söyleyerek Petri’nin yerini zabıtaya ihbar etmişdi; şerir yine tutulamamış, Peruz’un genç kız kıskançlığı ile yapdığı ihbarı da af etmemiş; Peruz, muhakkak bir gün katledilmekden o sıralarda Petri’nin Kefalonyalı can düşmanları tarafından öldürülmesi ile kurtulmuşdu. Mahud kanto şu¬dur: Bıçkınım ben yamanım / Var mı yan bakan imanım / Gacoların peşinde gezerim / Bıyık burar göz süzerim/ Nerde akşam orda sabah / Harac alır gezerim; / Zira bıçkın bekârım / Kimde iş var çakarım / Galatada kahve hamam / Meyhane balozlar bittamam / Harac verirse bıçkına / Bıçağımı koyarım kına / Aldığım paraları paraları / Veririm gece kumara / Yine olurum cebi delik maskara / Kumarda yemez kaptırmazsam / Marikamın evinde kurulur masam / Ala mastika düz rakı / Mezem de al yanak, gerdanın akı / Marikanın aşkına çakarım ama / Elimde tabanca yenimde kama / Kuledibine de varmalı varmalı / Gece Marikamda kalmalı kalmalı / Yosma Marikam körpeden körpe / Kulağıma taktım elmas küpe / Severim bıçkınları aman aman gel / Bıçkın Petri cümleden güzel!”5

Kanto Yazarı Peruz
Kantonun6 Peruz’un buluşu olduğu söylenmektedir; ancak ondan önce Aramik adlı “karagözlü, şirin ve tombalak” bir kadının Yoğurtçu Çayırı’nda “Muhaciriz biçareyiz, ama ne bahtı kareyiz” kantosunu söylediğini Sermet Muhtar Alus’tan öğreniyoruz.7 Sadi Yaver Ataman, Nuhbe-i Elhan adlı, içinde 89 kantonun söz ve notaları bulunan mecmuada üstünde Peruz adı yazılı 12 kanto bulunduğunu belirtir: Hicran kantosu, Kekeleme, Pencereden Gördüm Ayı, Sevda Pazarında, Köylü, Ah Ninem Bir Gelin Olsam, Aman Dostlar Bakın Yavuklum Ne Dedi (Tuti), Vay Vay Bir Dilbere Vuruldum, On Yedi Tek Düz Rakı İçtim, Kalbi Sevdazedeler, Kara Kaşlı Penbe Geldi Kerize, (Şamram’la beraber) Çoban Düettosu vb.8

Sadi Yaver Ataman, Peruz Hanım’ın kendi kantolarını yazdığı ve bestelediği konusuna değinirken, Dümbüllü İsmail Efendi’nin de bunu doğruladığından söz eder. Ardından ekler: “Ancak benim yaptığım araştırmalara [göre] Peruz Hanım’ın kantolarını kendi tasarladığı, kendisine âşık olan Kenan Bey adında birine yazdırdığı, bu Kenan Bey’in Muzika-yı Hümayun’dan çıkma bir zat olduğu, bu zatın sonraları tiyatrolarda keman çaldığı anlaşılmaktadır.”9 Kemani Yorgi ise Büyük Şevki’nin kumpanyasına geçtikten sonra diğer kantocuların yanı sıra Peruz’la da beş yıl boyunca çalıştığını anlatır: “Peruz Hanım beni çok sevdi. Yapmış olduğu kantoları bana yazdırarak çaldırırdı. Kantolarını bizzat yazar ve bestelerdi. Ben de notaya alırdım. O hakikaten üstad bir kantocu idi. Ona keman çalmak dediğim gibi mühim bir meseleydi. Yanlış çaldı mı ya perdeyi kapattırır yahut insanı rezil ederdi. Hiç unutmam bir gün, Bakırköyü’nde çalarken küçük bir kusur yapmıştım. O kadar kişinin içinde: ‘Maestro, mi fe sol fa mi re do olacak’ diye ihtar etti. Pancar gibi kızardığımı hissettim. Yan gözle notaya baktım, hakikaten dediği doğruydu. Onu benden başka hiçbir kimse memnun edememişti.”10

Abdülhamit’in Huzurunda

Peruz ve Şamram teyze kızlarıydı. Şamram Hanım anlatıyor: “Bir zamanlar Peruz’la beraber ne tuvaletlerimiz vardı… Ne tuvaletlerimiz… O ağır, pul ve sırma işlemeli elbiseleri Peruz, ben ve o zamanın en gözde artistleri Leon’a yaptırırdık. Leon Beyoğlu’nda çalışırdı. Pulları, sırmaları o işletirdi. Rahmetli Peruz elbiselerinde çiçek ve kelebek resimlerine çok meraklı idi. Leon’un başında durup elbiselerimizin işlerini saatlerce tarif ederdik: ‘Bir lale yapacaksın… Etrafında yaprakları… Üzerine bir kelebek konacak…’ Yahut bir kalp ta orta yerinden bir ok geçmiş… Daha ne güzel, şiirli şekiller… Hem de bir elbiseyi 60 liraya işlerlerdi… Elbiselere avuç dolusu para verirdik.”

Şamram’ın aktardığı çok ilginç bir olay da şöyle: “Hiç unutmam, bir gece Peruz’la beraber otururken Borazan Tevfik telaşla içeri girdi, Peruz’a:
— Seninle Şamram’ı Hünkâr istiyor. Fındıklı Sarayı’na gidip birkaç düetto oynayacaksınız, dedi.
Peruz’la birbirimize bakıştık:
— Ne yapalım şimdi?
Peruz çok neşeli kadındı. Hovardaca bir jestle:
— Adam sen de, gideriz… dedi.
Biraz sonra kapıya kapalı bir saray arabası dayanmıştı. Arabacının yanında kömürden kara bir Arap… Borazan Tevfik:
— Haydi, dedi. Çabuk giyininiz. En iyi elbiselerinizi giyiniz. Elbiseler kırmızı olsun. Hünkâr kırmızı rengi çok sever.
Peruz ateş kırmızılarını, ben de bülbüldili rengindeki kırmızı elbisemi giydim. Arabaya girdik. Uzun müddet gittik, gittik. Nihayet Fındıklı Sarayı’nın önünde durduk. Kapıda ellerinde kırbaçlarla iki zebellah Arap… Evet, hayret etmeyiniz, bugünkü gibi hatırımda… Ellerinde kocaman kırbaçlar… İçeriye girdik. Önümüzde büyük bir kapı açıldı. Yürüdük… Gene kocaman bir kapı ardına kadar açıldı. Biraz daha ilerledik, gene bir kapı açıldı. Muazzam bir salon… Etrafı tekmil kafes… Bu kafeslerden birinin arkasında da Hünkâr oturuyormuş… Gözdeler, saraylılarla dolu kafesler… Kafeslerin önünde de bütün şehzadeler…
Korkudan tir tir titriyordum. Kalbimin çarpıntısı işitilecek gibi geliyordu. Evvela ben ortaya çıktım. Bir şarkı söyledim. Şimdi kafeslerin önünden geçerken sultanların bulunduğu yerlerden sesler geliyordu.
— Hınzır kâfir, bu tarafa gelsene…
— Hınzır kâfir, bizim kafesin önünde dursana…
Her taraftan fısıltılar… Ne yapacağımı şaşırdım kaldım. Salonda yüzlerce mum yanıyordu. Ben kantoya başlayınca Hünkâr’ın emrile salondaki mumlar bir kat daha fazlalaştırıldı. Haremağaları başlarında hasır sepetlerle geldiler. Sepetlerin içi mum dolu. Birçok mum daha yaktılar. Salon gündüz gibi aydınlandı.
Benim şarkım bitince Peruz’la beraber meşhur ‘Bir Kuzulu Çoban’ düettosunu oynadık. Bu pek beğenildi. Üç kere tekrar ettirdiler. Lakin benim korkum heyecanım arttıkça artıyor, arttıkça artıyor. Bir paravanın arkasında nöbetle istirahat ediyoruz. Peruz ikide bir:
— Canım ne korkuyorsun? diyor. O cesaretli kadındı. Nihayet ben bir şarkıdan sonra paravananın arkasına çekilir çekilmez ‘şırrak’ diye düşüp bayılmaz mıyım?
Salon allak bullak oldu. Sarayın doktoru koştu geldi. Ne yapsalar faydasız… Bu sırada iki haremağası geldi.
— Küçük kantocuyu (yani beni) Valide Sultan çok beğendiler… Hemen kendilerini istiyorlar… Kendi elleriyle küçük kantocuya bir hatıra vereceklermiş.
Ne mümkün? Kımıldamama imkân yok. Haremağası üç kere gidip geldi. Valde Sultan vereceği hatırayı mutlaka kendi elile vermek istiyordu. Lakin olmadı. Beni kollarına girerek kapıya zor indirdiler. Bir araba ile hep birden döndük. Çıkarken bir kırmızı kese bana, bir kırmızı kese de Peruz’a verdiler.”11

Peruz’un Kadrosunda Bulunduğu Tiyatro Toplulukları
Biraz daha bilimsel olmaya çalışıp, tiyatro tarihi kitaplarını tarayalım ve Peruz’un oynadığı toplulukları ve yılları belirlemeye çalışalım.
Hayalhane-i Osmani. Hamdi Efendi yönetiminde. 1881-1883
Temaşhane-i Osmani. Küçük İsmail ve Hamdi’nin yönetiminde. 1883
Osmanlı Opera Kumpanyası (Beyazıt Karakulak Hanı’ndaki tiyatro). 1887
Handehane-i Osmani. 1894
Eğlencehane-i Osmani. Kambur Mehmet ve Mehdi Efendiler kuruyor, sonra Şevki yönetimine geçiyor. 1895
Sahne-i Âlem. Peruz’un Sepetçi Ali Rıza Bey’le kurduğu kumpanya. 1899

Çeşitli tanıkların yazılarında geçen Peruz’un sahne aldığı mekânlar ise şöyle: Kuşdili Tiyatrosu, Şark Tiyatrosu, Kâzım Efendi Kıraathanesi (Direklerarası), Mehmet’in Kıraathanesi’nden bozma bina (Direklerarası), Libade Tiyatrosu (Çamlıca’nın altında), Palanga Tiyatrosu (Göksu), Hacı Misak’ın Gazinosu (Sarıyer), Bağlarbaşı Tiyatrosu vb.

Yaşlı Peruz
Bilgilerinden sere serpe yararlandığımız Sermet Muhtar aslında Peruz’u epeyce yaşlandığı bir dönemde seyretmiştir. Yazı 1934 yılında yayımlandığına, Sermet Muhtar da “yaklaşık 30 yıl evvel” diye tarih attığına göre, 20. yüzyılın hemen başlarındayız. Alus “Ferah ferah elliyi aşkın görünen bu Heybeliada kılıklı kadın (Kel Hasan’ın tabiriymiş), demek şimdi 36, 37 yaşlarında ha…” diyor. Peruz 1866 doğumlu olduğuna göre hesap doğru.

Sinema, İstanbul yaşamına girdiği günlerde Peruz’un artık eski süksesi kalmamıştı. Yine Alus anlatıyor: “Sinema, en önceleri Konkordiya Tiyatrosu’nun varyete numaraları ara verince, Osmanbey Gazinosu’nda alafranga hokkabaz İskenderidis’in ve Arap sazının durakladığı esnada, tuluuat kumpanyalarında kanto bittikten sonra birkaç kurdelecik gösterilirdi. Kapı afişlerinin, el ilanlarının en başında koskocaman harflerle boydan boya bir sinematograf. Çifte trapezde gözleri bağlı ölüm uçuşu yapan İtalyan cambazın, testere ile kıtır kıtır bacak kesen hokkabazın, rakslarıyla âlemi yakıp kavuran Mısırlı rakkasenin menfaatine lubiyat (oyunlar, eğlenceler) verilen Peruz Hanım’ın isimleri o sinematograf kelimesinin altında cin kadar; görünür görünmez hâlde.”12

Naşit de Şark Tiyatrosu’nda beraber çalıştıkları dönemde Peruz’un eski rağbetini tamamen kaybettiğini söyler: “Peruz devrini geçirmişti. Şamram onun tahassürle andığı devirleri henüz idrak ediyordu. Peruz sinirleri bozuk bir hâldeydi. Aklın, havsalanın alamayacağı parlak seneler yaşamış, uğruna ölenler olmuş, para bir nehir gibi önünde akmıştı. Unutulduğunu, rağbetten düştüğünü gördükçe içleniyor, içlendikçe asabı bozuluyor, sinirli titiz bir insan oluyordu. Çalgı bir parça yanlış çalsa günlerce üzülüyor, doğru çalsa yanlışını buluyor, perde biraz geç açılıp erken kapansa bililtizam yapıldığını sanarak hiddetleniyor, bağırıp çağırıyordu.”13 İsmail Dümbüllü, Peruz’un son günlerine tanıktır. Onu hastanede ziyarete gitmiştir. “O dev kadın, küçülmüş küçülmüş, buruşmuş, posası bile kalmamıştı” diye anlatır.14

Peruz’un son sahneye çıkışı ise 1912 yılında, yeni açılan Garden Bar’da olmuş. Tepebaşı’nda açılan bu mekân genellikle batı tarzı müzik ve gösterileriyle ünlenecek ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar varlığını koruyacaktı.15

Değerlendirmeler
Naşit anılarında Peruz’u pek över. Kendisinin de sesinin de çok güzel olduğunu söyler ve ekler: “Tuluat tiyatrosunda yetişen kadın sanatkârların en yükseğidir. Hepsine de hocalık etmiştir. Lisanı bir Türk derecesinde muntazamdı. Kantonun mucidi de Peruz’dur. Ben son zamanlarına yetiştim. Yani Abdi, o ve ben oynarken, Peruz parlak devirlerinin son devresindeydi. Peruz mükemmel nota bilirdi. Aynı zamanda çok titiz ve asabi idi. Ona şarkı çalmak kolay iş değildi. Peruz’un sırası gelince mızıkacılar terlemeye başlarlardı. Biri küçük bir falso yapsa, şarkısını keser, şiddetle ihtar eder, rezil eylerdi adamcağızı.”16

Ulunay, Peruz’un “Türkiye’nin en yüksek kantocusu” olduğunu söyler ve ekler: “Söylediği kantoların çoğunu kendisi bestelerdi; son zamanlarda sanatının dans kısmını tamamen hıfzetmiş ve hünerini yalnız eserlerini okumaya hasretmişti.”17 Musahipzade Celal Bey ise Peruz’un gençliğinde güzel bir kadın olduğunu, o dönemin adeta bir “Peruz devri” olarak anıldığını belirtir. “Bazıları Peruz’u hantal, şişman bir kadın olarak tanırlar, tarif ederler. Bunlara nazaran Peruz iptidaî, basit zevkli insanlar için güzel addedilebilir. Halbuki hakikat hiç de öyle değildi. Peruz güzel, hem de çok güzel bir kadındı. Fevkalade mütenasib bir vücudu vardı. Sahnede daima kırmızı kollu elbiseleri tercih ederdi. Üst dudağının sağ tarafına da simsiyah bir ben kondurup sahneye çıkmaz mı? Gönülleri yıkıp yakardı.” Ardından Peruz’un son günlerini anlatır: “Zavallı Peruz’un ne büyük bir sefalet içinde öldüğünü kimseler bilmez. Bir zamanlar tiyatroya tahtırevan ile gelen bu kadın, gençliğinde etrafına avuç avuç altın serperken; sonsuz, tarif edilmez bir sefalet içinde öldü. Bir gün rastladım, çok ihtiyarlamıştı. ‘Yatacak yerim yok…’ dedi. Pangaltı’da bir hamam sahibi Peruz’un eski seyircilerinden bir hayır sahibi, bir zamanlar Peruz’u pek beğenirmiş, meftunmuş ona… Bu ihtiyar artiste acıdı, ‘Bari bizim hamamın külhanında yat’ dedi. Peruz bu hamamın külhanında yatıp kalkmaya başladı. Hamam metruktu. Ve bir gün Peruz’u hamamın külhanında ölü buldular. Sonra öğrendik ki birçok gecelerini biçare artist aç geçirmiş. Zavallı Peruz.”18


Malik Aksel ise Peruz’un “Beşiktaş’ta Değirmenleriçi denilen yerde ahşap bir evin bodrum katında, kimsesiz yapayalnız” öldüğünü yazar.19 Samiha Ayverdi de Âtıf Bey isminde yaşlı bir dostunun anlattıklarını aktarır: “[Peruz’un] kazandığı büyük servetle Harbiye’de Peruz Akaratları denen bir sıra binanın sahibi olduğunu, fakat olgunluk ve yorgunluk çağında tutulduğu karasevda ile sevdiği genci elinden kaçırmamak için mevcut nakit ve mücevherleri ile değeri çok yüksek olan bu binaları da bir bir satıp ona yedirdiğini, sonunda ise artık alıcı değil, verici hâle gelen bu salhurde [çok yaşlanmış] ihtiyar kadının, günün birinde yiyecek ekmeği olmadığını bilen eski dostları tarafından son bir defa sahneye çıkarılarak hazırından ekmek parası istenmek suretiyle bu hazin taleple sahne hayatının sona ermiş olduğunu nakletmişti.”20

1. Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1967), s. 345.

2. Reşat Ekrem Koçu, “Galata Canavarı Bıçakçı Petri”, Tercüman, 1972, tefrika.

3. Sermet Muhtar Alus, “(İstanbul kazan ben kepçe) Karaköyden Tophaneye doğru”, Akşam, 4 Aralık 1938, İstanbul Kazan Ben Kepçe içinde (İstanbul: İletişim Yayınları, 1995), s. 67.

4. Sermet Muhtar Alus, Onikiler (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999), s. 166 vd.

5. “Bıçkın”, İstanbul Ansiklopedisi, c. 5, s. 2752.

6. Kanto hakkında bkz. Cemal Ünlü, “Kanto”, Albüm, s. 5, Haziran 1998, s. 34-43.

7. Sermet Muhtar, “Kantocuların kadınnesi: Peruz”, Yedigün, S. 70, 11 Temmuz 1934.

8. Sadi Yaver Ataman, Dümbüllü İsmail Efendi (İstanbul: Yapı Kredi Bankası Yayınları, t.y.), s. 267.

9. Sadi Yaver Ataman, “Seyirlik oyunlarda kanto ve ünlü kantocular”, Türk İstanbul (İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1997), s. 271.

10. Nu[sret]. Sa[fa]. Co[şkun]., “Halk sanatkârları arasında”, Son Telgraf, 29 Aralık 1937.

11. H.F. Es, “Yıldızın bahçesinde Peruzla beraber hünkârın karşısında nasıl oynadık?” Akşam, 28 Kasım 1936.

12. Sermet Muhtar Alus, “Sinemalar: Meşhur filmleri, yıldızları”, Akşam, 9 Aralık 1939, Eski Günlerde içinde (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 60.

13. Naşit, “Hayatım. Hasan Efendi ile rekabet”, Son Posta, 21 Şubat 1939.

14. Aktaran: Sadi Yaver Ataman, Türk İstanbul, s. 271.

15. G. Carole Woodall, “Awakening a Horrible Monster”: Negotiating the Jazz Public in 1920s Istanbul,” Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East 30 (3) (2010).

16. Naşit, “Hayatım. Peruz’un parlak günleri”, Son Posta, 28 Ocak 1939.

17. Ulunay, “Kanto ve kantocular”, Yeni Sabah, 17 Ağustos 1941.

18. H.F., “[Musahipzade Celal ile röportaj) Kafesler kâfi görülmedi, localara birer de tül gerildi”, Akşam, 16 Kasım 1936.

19. Malik Aksel, age, s. 29.


20. Samiha Ayverdi, “Şamram Hanım”, Hey Gidi Günler Hey (İstanbul: Hülbe Yayınları, 1988), s. 119.

Şamram Hanım ve Peruz Hanım,
“Yeni Çoban Kantosu”,
 
Disque pour Zonophone, 1906,
Cemal Ünlü Arşivi

Malumat dergisinde Peruz’un resmi,
1898


Bir stüdyo fotoğrafında Peruz

Şamram Hanım ve Peruz Hanım,

“Yeni Çoban Kantosu”, 
Disque pour Zonophone, 1906,
Cemal Ünlü Arşivi
Peruz Hanım

Peruz Hanım


1890’larda çekilmiş bir fotoğrafta Peruz


“Kantocu Peruz’un Dağa Kaldırılışı”,
çizgi roman, yazan: Sermet Muhtar Alus, çizen: Salih Erimez, 
Akşam,
23-27 Aralık 1950
1890’larda çekilmiş bir fotoğrafta Peruz

“Kantocu Peruz’un Dağa Kaldırılışı”,
çizgi roman, yazan: Sermet Muhtar Alus, çizen: Salih Erimez, 
Akşam,
23-27 Aralık 1950


No comments: