MEHMET ERGÜN
Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı(1) örnekleri arasında destanların, alıcı üzerindeki etkileri ve söz konusu çevrenin bazı çizgilerini yansıtmaları açısından, özel bir yeri vardır. Altını çizdiğim öğelere Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatının öteki örneklerinde pek rastlanmaz. Bu tür örnekler içinde dinleyiciyi (alıcıyı) belirli bir ruhsal duruma sokan tek tür, destandır. Tanıkların, dinleyici kitlesine ilişkin anlattıkları da bunu doğruluyor. Söz gelimi Ahmet Rasim, "Destanlar" başlıklı yazısında şunları söylüyor:
... Bir defa kendi gözlerimle gördüm idi. Sanırım Üsküdar'da Selamsız taraflarında büyücek gazinomsu bir dükkânda saz şairlerinden biri İskenderiyeli Bedi'nin Destanı'nı okuyup çalıyordu. Şairin sazını, sözünü ağzı açık dinleyenlerden biri:
İsmim Bedi'i idi yaşım yirm(i) altı
Telef oldum geçtim destanım kaldı
Vâlidem de o gün mektup yolladı
Bilmezdi bir evlâd(ı) gitmiş ne yane
kıtasını dinler dinlemez ağlayıp boşandı.(2)
Daha sonra yaşamının belirli bir döneminde söz konusu ürünlerden kendisinin de etkilendiğini belirtir Ahmet Rasim:
Hiç unutmam, gençliğime doğru gittiğim yani henüz saz şairleri seviyesinde bulunduğum zamanlarda yayımlanan Yorgancı Sadık Destanı bende zavallıyı vuran Hırvat'a karşı derin bir kin uyandırmıştı. Siz derinliğin derecesine bakın ki o kin hâlâ sürmektedir. Mektepli âtıf'ın Destanı'ndan da üzülmüştüm.(3)
Osman Cemal Kaygılı'nın İstanbul'da Semaî Kahveleri ve Meydan Şairleri adlı yapıtında söyledikleri de, Ahmet Rasim'inkilerle örtüşüyor:
...(bu destanlar) gâh hiddetler, tehevvürler, küfürler, naralar gâh ta ahlı-oflu göz yaşları içinde yıllarca okunup dinlenmiştir.(4)
Kaygılı, daha sonra bu destanların en ünlülerinden biri olan Komiser Hüsamettin'in Destanı için,
"...uzun yıllar bütün semaî kahvelerinde gözyaşları içinde okunup çalınmıştı."(5)
diye ekliyor. Sermet Muhtar Alus ise,
"Destanlar acıklı mevzulara temas eden, mersiye tarzında şeylerdi. Öyle ciğergâhtan doğmuş ve yürekten okunmuşları olurdu ki, işiten pala bıyıklı, saçlı sakallı dinleyiciler arasında göz yaşlarını silenler, hattâ hüngür hüngür ağlayanlar mı istersin?"
diyerek(6) onlara katılıyor.
Yayımlanan destanların büyük bir alıcı, tüketici kitlesi bulması da bu gözlemleri, tanıklıkları doğruluyor. Meydan şairlerinden Üsküdarlı Vâsıf Hoca, kendisi gibi bir meydan şairi olan âşık Râzi'nin, Hafız Fatma Hanım'ın ağzından Tulumbacı Altınbaş Mustafa için yazdığı destana ilişkin olarak şunları söylüyor:
Râzi bu destanı bastırdı. 1000 nüsha yalnız Üsküdar'da bir günde, hatta birkaç saat içinde kapış kapış satıldı. Nüshasını 5 paraya alan 10 kuruşa bir başkasına sattı. Bunun üzerine 1000 nüsha daha basıldı onlar da tükendi. 10.000 nüsha basılsa gidecek.(7)
Üsküdarlı Vâsıf Hoca, Kabadayı Arap Süleyman Bey'in öldürülmesi üzerine yazdığı destan için de şu bilgileri veriyor:
Cinayet İstanbul'da bilhassa tulumbacılarla bahriyeliler arasında o kadar büyük bir teessür uyandırdı ki, devrin âdetince vak'a üzerine 28 kıt'alık bir destan yazıp bastırdım; beşbin nüsha kapışılarak tükendi, paranın bereketli zamanı, tanesi 5 paradan 5,5 altın getirdi, hayli dünyalıktır. O zamanlar İstanbul'da iki bin nüsha satılır gazete yoktu. Destanın derhal taklidi çıktı; rivayete göre iki, üç bin nüsha da o taklit baskı satılmış.(8)
Üsküdarlı Vâsıf Hoca'nın iki destanına ilişkin sözleri de bunlarla örtüşüyor:
Rıza'nın şehâdeti üzerine uzun bir destan yazmıştım, üç günde kapışılıp elimde bir tane kalmadı, okuyanlar hem ağlar, hem de katil kürde lânet ederlerdi.(9)
(Küpeli Beyoğlu) Hudud dışı edildikten sonra bencileyin gurebâdan bir Rum ahbâbım geldi, o zaman için büyük para, üç mecidiye vererek benden Küpeli Beyoğlu için bir destan istedi: "-Bizim serserilerin hepsine satacağım, sayende biraz para kazanacağım" dedi. Destanı yazdım. Rum harfleri ile Türkçe olarak basıldı, ahbâbımın dediği gibi birkaç gün içinde satıldı tükendi.(10)
Öte yandan Destancı Behçet için de,
"O devrin tulumbacılık âdetlerine uyarak bazı vak'alar üzerine pek güzel destanlar yazmıştır, cebinde zaman zaman biraz para gördü ise kaleminin hakkı destanlardan aldığı paradır" diyor.(11)
Üsküdarlı Vâsıf Hoca'nın sözlerinden çıkan ve destana gösterdiği ilgiyi somutlayan bir sonuç var: Yakın çevresindekilerin "öldürülen" için "ısmarlama" destan yazdırmaları. Hendek Sandığı tulumbacılarından Trabzonlu Laz Dimitri'nin işlediği cinayete ilişkin şiiri nasıl yazdığını şöyle anlatır Vâsıf Hoca:
Hendek Sandığından bana geldiler, devrin âdetince bu cinayet üstüne katilin ağzından bir destan istediler ve bir altın yazı ücretini peşin verdiler.(12)
Yayımlanan destanların dolaşım hızına ilişkin bu bilgiler alıcı, tüketici kitlesine ilişkin tanıklıkları, gözlemleri doğruluyor. Vurgulanan ilgi yoğunluğu, destanların alıcıyı belirli bir ruhsal duruma soktuğunu kanıtlıyor. Öte yandan destanlar külhanbey-tulumbacı çevresinin çizgilerini yansıtan tek türdür. Diğer türlerde daha çok "aşk" konu edilirken, destanlarda toplumu etkileyen savaş, yangın, yer sarsıntısı, öldürme gibi olayların yanı sıra, daha çok ünlü külhanbey-tulumbacı tiplerinin serüvenleri konu edinilir. Dolayısıyla onlarda bu çevrelerin çizgilerini bulmak, yakalamak olasıdır. Ayrıca oluşturdukları ruhsal duruma bakarak da alıcı, tüketici kitlesine ilişkin saptamalarda bulunabiliriz. Altını çizdiğim nedenlerden ötürü Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarına, etkilerinin arttasarımında yatanı açığa çıkarmak ve külhanbey-tulumbacı çevresini tanımak açısından, yakından bakmakta yarar var.
HALK ŞİİRİNDE DESTAN
Destana ilişkin genel açıklamalara girmeye gerek görmüyorum. Çünkü bu yazıda âşık Edebiyatının bozulmuş biçimi olarak, Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatında destan üzerinde duruyoruz. Dolayısıyla da halk şiirinde destan konusuna değinmek, amaçlanan hedef açısından yeterlidir. Halk Şiirinde Türler adlı yapıtında Hikmet Dizdaroğlu, "Tür olarak destan, koşma tipine girer. Varsağı, semaî gibi, destanın yapısı da koşmanın aynıdır. Aralarındaki ayrım, dört noktada toplanır: Dörtlük sayısı, konu, anlatım (kompozisyon), ezgi". diyerek(13) belirttiği ayrım noktalarını irdeliyor:
1. Dörtlük sayısı bakımından: Koşmalarda dörtlük sayısı az olduğu halde, destanların uzunluğuna bir sınır çizilemez. Dörtlükler konunun özelliğine, şairin yaratma gücüne göre artar.(14)
2. Konu bakımından: Koşma, semai, varsağı da duygusal temalar işlediği halde, destanda temel öğe belirli bir olay, bir vak'adır. Savaş, deprem, salgın, yiğitlik olayları, eşkıyaların serüvenleri, güldürücü konular, toplumsal yergi ya da eleştiri, çevrede yankı uyandıran olaylar. Bir başka deyişle destanların kapsamına girmeyen hiçbir konu yoktur.(15)
3. Anlatım (kompozisyon) bakımından: Konunun değişik olması, ekseninde bir olayın bulunması nedeniyle destanların anlatımı öteki türlerden ayrılır. Destanlarda hikâye etme esastır. Destanlar, "epik şiiri daha doğrusu vak'a anlatan (narratif) şiiri temsil ederler." (Edmond Sausssey, Türk Halk Edebiyatı, s. 21). Destanlar, "didaktik şiir tipini meydana getirir." (age, s. 22).(16)
4. Ezgileri bakımından: Öteki halk şiiri türleri gibi, destanlar da özel bir ezgiyle okunur. Bu ezgi, destanı öbür türlerden ayırır.(17)
Halk şiirindeki destanlara ilişkin bu genelleme, âşık edebiyatının bozulmuş biçimi olan Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanları için de geçerlidir. Dizdaroğlu'nun altını çizdiği dört öğeye bu destanlarda da rastlanır.
KÜLHANBEY-TULUMBACI EDEBİYATI DESTANLARINDA İÇERİK
Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarında, çokluk, bu çevreyi yakından etkilemiş olaylar konu edinilir. Savaş, yangın, yer sarsıntısı, salgın gibi diğer toplum kesimlerini etkileyen olayların da konu edildiği olur. Ancak ağırlık külhanbey-tulumbacı çevresini etkileyen olaylardadır. Osman Cemal Kaygılı, "Destanlarda ekseriyetle kabadayılıklar, hazin, feci ölümler, ara sıra harpler terennüm edilirdi" diyor(18) ve ekliyor.
Eski külhanbeylik edebiyatının epik kısmına girebilecek ne kadar böyle vak'alar varsa hemen hepsinin bu kahvelerde (semaî kahvelerinde) birer destanı yapılmış ve yıllarca okunup dinlenmiştir. Bu destanlar arasında mesela şunlar vardır: Çiroz Ali'nin Ölüm Destanı -ki bir çeşit mersiyedir-. Sandıkçı Şükrü Destanı, Yorgancı Sadık Destanı, Pamukçu İhsan Bey'in Destanı, Komiser Hüsamettin'in Destanı, Yemen Destanı, Esrarkeşlerin Destanı -ki bu da bir esrarkeşin çok tuhaf, çok gülünç hülyalarını gösteren şathî ve mizahî bir destandır-. Sonra daha eskilerden meşhur Zampara Destanı, bir zamparanın başına gelen rezalet ve maskaralıkları tasvir eder. Bunların arasında söylenen bir de Er-Avret Destanı vardır ki bu baştan başa evlenme hayatını ve evlenen bir erkeğin yavaş yavaş nasıl kadının hâkimiyeti altına girdiğini gösteren didaktik ve zamanına göre kuvvetli bir eserdir.(19)
Sermet Muhtar Alus'un söyledikleri de bunlarla çakışıyor:
Destanlar yiğitlik ve kabadayılık menkıbelerine en ziyade kaza, belâ, ölüm ve felâket gibi acıklı mevzulara temas eden, mersiye tarzında şeylerdi. Mamafih Zampara Destanı, Kaynana Destanı, Gelin-Görümce Destanı, Hovarda Hacıbabanın Destanı gibi tuhaf ve alaylı olanları da köprü üstünde, seyir yerlerinde onar paraya satılırdı.(20)
Gerek Kaygılı'nın, gerekse de Alus'un söyledikleri, Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarının içeriklerini, ana çizgileri ile de olsa aydınlatıyor. Bununla birlikte konuya biraz daha yakından bakmakta yarar var. Bu amaçla onları izleksel yönden kümeleştirmeyi deneyeceğim.
KÜLHANBEY-TULUMBACI EDEBİYATI DESTANLARININ KÜMELEŞTİRİLMESİ
Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarını izleksel yönden altı kümede toplayabiliriz:
1. Tulumbacıların yaşam ve serüvenlerinin konu edinildiği destanlar: Bu kümeye giren destanlar aşağıda, "Destanlarda Tulumbacı Çevresi'" başlıklı bölümde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Şu kadarını belirtmekle yetinelim ki, bu kümeye giren destanlarda tulumbacılık olayları, sivrilmiş tulumbacıların serüvenleri, diğer bir deyişle tulumbacı dünyasında olup bitenler konu edinilir.
2. Toplumda yankı uyandıran öldürme olaylarının konu edinildiği destanlar: Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı Destanlarının büyük bölümünde ölme ve öldürülme olayları konu edinilir. Bunlar arasında yankısı külhanbey, tulumbacı çevresi ile sınırlı kalanlar bulunduğu gibi, daha geniş kesimlerde yankı uyandıranlar da vardır. Bunlar arasında en yaygın olanlar Komiser Hüsamettin'in Destanı, Mektepli Atıf'ın Destanı, İskenderiyeli Bedi'nin Destanı, Yorgancı Sadık Destanı, Pamukçu İhsan Bey'in Destanı... vs'dir.
3. Büyük yangınların ve yersarsıntılarının konu edinildiği destanlar: Bu kümeye giren destanlarda, İstanbulluların korkulu düşleri, yangınlarla yer sarsıntıları konu edinilir. Bir gecede bir semtin yerle bir olmasına yol açan yer sarsıntıları ya da kül olmasına neden olan yangınlar, destancıların kalem oynattıkları konuların başında yer alıyor. 1892 Beşiktaş Yangını ile 1898'de Aksaray Cellâd Çeşmesi'nde çıkan yangında ölen üç tulumbacı genci konu edinen destanı, 1894 yer sarsıntısını konu edinen Destan-ı Hareket-i Arz'ı, bu kümeye giren destanlara örnek gösterebiliriz.
4. Savaş destanları: Bu kümeye giren destanlarda utkunun coşkusu ya da yenilginin acıları dile getirilir. En bilinenleri Sivastopol Destanı, âşık Hacı Hakkı'nın 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı münasebetiyle yazdığı destan, âşık Lütfi'nin 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı münasebetiyle yazdığı destan, Yemen Destanı vs'dir. 5. Mizahi destanlar: Aralarında "bir esrarkeşin çok tuhaf, çok gülünç hülyalarını gösteren şathî ve mizahî" Esrarkeşlerin Destanı ya da bir esrarkeşle, sarhoşun tartışmasını konu edinen Sarhoş İle Tiryakinin Destanı gibi destanlar bulunsa da, bu kümeye giren destanlarda daha çok kadın-erkek ilişkileri konu edinilir. Ya doğrudan doğruya külhanbey-tulumbacı çevresinin gerçeklerinden biri olan zamparalık ele alınır (Zampara / Baskın Destanı, Kırıklık Destanı); ya da külhanbey-tulumbacı çevresinin duygularını okşayacak biçimde evlilik kurumu ele alınır (Er-Avret Destanı, Karı-Koca Destanı). Bu tür destanlarda erkeğin giderek kadının egemenliği altına girmesi, kılıbıklaşması anlatılır.
6. Nasihat destanları: Bu kümeye giren destanları Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatının didaktik örnekleri olarak düşünebiliriz. Bunlarda insanın nasıl olması gerektiği sorunu iki biçimde ele alınır. Ya doğrudan doğruya nasıl olunması gerektiği anlatılır; ya da olunmaması gereken yüceltici bir dille anlatılarak nasıl olunması gerektiği gösterilir. İkinci destanlarda mizahi bir hava vardır. Nasihat destanlarının en bilinenleri Vâsıf Hoca ile Rahmî'ninkilerdir.
DESTANLARDA KONULARIN İŞLENİŞİ
Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatının, alıcıyı çok etkileyen, onu belirli bir ruhsal duruma sokan bir tür destan olduğu belirtilmişti. Bunun gerisinde iki öğe yatıyor. İlki, ele alınan konular; ikincisi, asal ve belirleyici olanı ise konuların işlenişidir.
Destanların alıcıyı etkileme gücünün gerisinde yatan ilk öğe, ele alınan konulardır. Bu tür destanlarda yangın, salgın, yer sarsıntısı gibi çoğunluğu yakından ilgilendiren ve kısa sürede pek çok insanın canını yitirmesine, evinin yanmasına ya da yıkılmasına yol açan yıkımlarla şu ya da bu nedenle öldürülenlerin serüvenleri konu edilmektedir. Ölüm gibi geriye dönüşü olmayan bir olgunun konu edildiği ürünlerin ölümlüleri etkilememesi düşünülemez. Kuşkusuz bunun için konuların işlenişinin de etkileyici olması gerekir. İşleniş etkileyici olmazsa, konu bir başına yeterli etkiyi sağlayamaz. Asal ve belirleyici öğenin konuların işlenişi olması da bundan ileri geliyor. Konuların işlenişinde ilgiyi çeken birkaç nokta var. Olguyu tüm boyutları ile kavrayabilmek için onları tek tek ele almak ve irdelemek gerekiyor. Böylelikle destanların etkileme gücünün gerisinde yatan asal öğeler de açığa çıkmış olacak. İlgi çeken ilk nokta sunumun, olay kişisinin (ya da kişilerinin) ağzından yapılması. Bu destanlarda destancı kendini siler. İşlevini tutanakçılıkla sınırlar. Yaptığı, olay kişisinin (ya da kişilerinin) anlattıklarını aktarmaktır. Kişisel duygularını işin içine katmaz. Kullandığı dil kendinin değil, olay kişisinin (ya da kişilerinin) duygularını taşır. Kahramanı, salt serüven aracılığıyla değil, serüveni ona anlattırarak da öne çıkarır. Diğer bir deyişle destan kahramanı, alıcının karşısına yazar (destancı) aracılığı ile çıkmaz. Serüveni öykülenmez, serüvenini öyküler. Çoğu zaman, doğal olmayan biçimde yaşamını yitirmiş bir kişidir. Ölmüş bir kişinin ölüm sürecini, acıklı, dokunaklı bir dille öykülemesi, alıcıyı etkileyen öğelerin ilkidir. Nasıl etkilemesin? Bir insan ölümü ile noktalanacak bir serüveni tüm ayrıntılarıyla öykülüyor. Kişilik özelliklerinden başlayarak adım adım ölüme yaklaşmasını, geride bıraktığı insanlardaki yıkımı, gömülüş törenini betimliyor. Alıcı anlatılanların dinleyicisi olmaktan çıkarılıp izleyicisi durumuna getiriliyor. Dil, aşağıda da üzerinde durulacağı gibi, bu duygunun oluşmasına yol açacak nitelikte seçiliyor. Okuyucunun kattıkları ile daha da pekişiyor bu. Alıcı-tüketici, olup bitenleri izleyendir artık. Ölmüş bir kişinin, ölüm sürecini, son derece duygusal bir anlatımla ve alıcıyı gözlemci durumuna getirerek öykülemesinden etkilenmemek olası mıdır?
İlgiyi çeken ikinci nokta dildir. Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarında dil son derece duygusaldır. Destanlar yakınan, giderek de acındıran bir anlatımla gelişir. Destancı konunun acıklı olmasını yeterli bulmaz, acındırmayı gereksinir. Bu amaçla, sokaktaki adamın yüreğini kabartacak, gözlerinin dolmasına yol açacak ne varsa tümünü kullanır. Halkımızın belirli koşullardaki ölümlere karşı oldukça duyarlı olduğu bilinir. Zamansız ölümlere, başkaları için yaşamlarını yitirenlere, kalleşçe öldürülenlere, öğrenim görürken, bayram eşiğindeyken, evlilik hazırlığındayken ya da tam rahat bir soluk alacakken göçüp gidenlere bakışı, yaklaşımı son derece duygusaldır. Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarında bu motiflerin sık sık kullanıldığı görülüyor. Arkadaşınca öldürülen Ada Mektebi öğrencisi Fehmi'nin ağzından, "Anam bak Fehmi'ne gör ne hal oldu, Gonce-i ümidin açmadan soldu" denir sözgelimi. 1894 yer sarsıntısında yıkılan bacanın altında kalarak ölen Ada Mektebi öğrencisi Salih'in ağzından ise şunlar söylenir:
Anamın rahminden düştüm düşeli
Görmedim gözümün yaşını silen
Maderle pederim vefat edeli
Güldürmedi beni felek bir zaman
Kader böyle imiş ben ne yapayım
Kalmıştı dünyada bir tane dayım
Bu gidişle n'olur acep bu halim
Diye gece gündüz eylerdim efgan(21)
Bunların yanı sıra feleğin zulmü, yaşamın güzelliğine karşın şu ya da bu nedenle dünyadan kop(arıl)manın acılığı, geride kalanların dokunaklı durumları gibi motifler de çok sık kullanılır. Üstelik bunlar öyle bir biçimde eklemlenir ki ölüm dayanılır olmaktan çıkar. Sözgelimi Komiser Hüsamettin'in Destanı'nda kayınbiraderi ile kayınbiraderinin arkadaşınca sarhoş edilerek öldürülen Komiser Hüsamettin, ölümün eşiğinde şöyle yalvarır:
Dedim: Kusurum ne, söyle bileyim?
Ciğer pâremi bir gidip göreyim
Yavrumu görüp de öyle öleyim
Yeter vurma artık imansız Mervân(22)
İyinin iyisi bir insan kalleşçe öldürülürken saldırganlara canını kurtarmak için değil çocuğunu bir kere daha görebilmek için yalvarıyor. Acınaklı, dokunaklı bir sesin bu dizeleri okuduğu düşünüldüğünde dinleyenlerin çok etkileneceğini tahmin etmek çok zor değil. Ya şu dizeler:
Sürdüğüm devranı çok gördü felek
Canımı cananı çok gördü felek
Bize aşiyanı çok gördü felek
Yıktı yuvamızı eyledi yağma(23)
Bütün bunlar Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarında dilin son derece duygusal olduğunu, sokaktaki adamı kucaklayacak motiflerin tümünün kullanıldığını gösteriyor. Etkileme güçlerinin gerisinde yatan ikinci öğe işte budur.
İlgiyi çeken son nokta da tiplemedir. Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı destanlarının alıcıyı etkileme gücünün gerisinde yatan öğelerden biri de budur. Gerçekten de bu destanlarda tiplemenin ilginç bir özelliği vardır. Ölenin de, öldürenin de ülküselleştirilerek sunulması. Ölen olumlu, öldüren ise olumsuz insani değerlerle donatılarak sunulur. Bu olguya Osman Cemal Kaygılı da değinir ve şunları söyler:
Bu gibi destanlarda ölen daima kabadayı, fakat ağır başlı, namuslu, asil, temiz, iyiliği sever, dostlarına karşı fedakâr bir insandır. Onu öldürenler ise korkak, cebin, iki yüzlü, allâk, kalleş, hain, arkadan vurucu kahbedir.(24)
Kaygılı'nın saptamasını doğrulayan pek çok örnek var elimizde. 1894 yer sarsıntısında bacanın altında kalarak yaşamını yitiren Salih, "Kazandım herkesin teveccühünü / Severlerdi Salih diyerek beni" sözleri ile sunar kendini. 1898 Aksaray Cellâd Çeşmesi yangınında yaşamını yitiren üç tulumbacıyı konu edinen destanda da benzer öğelere rastlanır. Ölen tulumbacıların üçü de güler yüzlü, yiğit ve kahramandır. "Candan sever idi cem-i ihvan" onları. Komiser Hüsamettin dünya meleğidir. "Hamd ola yezdân" düşmez dilinden. Yorgancı Sadık ise şöyle sunar kendini:
Öyle kahpelikte gezmedim aslâ.
Yüzbeyüz ederim ben mezd-i davâ.
Dostuma dost idim, düşmanıma hattâ.
Lâyikile icrâ ederdim hemân(25)
Bunlar ölen, öldürülen kişiler. Ya öldürenler? Komiser Hüsamettin'i öldürenler "insafsız câni"dirler. Yorgancı Sadık'ı öldüren fabrika bekçisi "cehl-i nâtık"tır, "mervân"dır. Kasımpaşalı Arap Süleyman'ı öldürenler "kalpleri kare" kişilerdir. Mahzun Bahâeddin'i öldürenler ise, "beşer şekli sûretinde üç ejder"dir. Görüldüğü gibi "tipleme"de ölen için de öldüren için de ülküselleştirme söz konusudur. İlki olumlu insani değerlerle yüceltilir; ikincisi olumsuz insani değerlerle yerilir. Aslında iki durumda da yapılan, karşıt yönde, özdeştir. Burada eklenmesi gereken bir yan var. Ülküselleştirmede çoğu zaman gerçekle çatışacak denli ileri gidilir. Ölenin kişiliğinin çiziminde kullanılan kalıplar, kimi durumlarda gerçek kişilikleriyle bağdaşmaz. Bunu Kafesçi Ahmed Bedri için yazılan destanda görebiliriz. "Mahbub dostlukla tanınmışlığı"nın ve canına kıymasının gerisinde bu sapık ilginin yatmasının destancı açısından hiçbir önemi yoktur. Olumlu bir kişidir o. Olumsuz olan, yüz vermeyerek canına kıymasına yol açan "mahbub"dur. Yüceltilmek için bunu hak edecek niteliklerle donanmış olmak gerekmez, ölmek yeterlidir. Bunun gerisinde yatanı, Mehmet Halit Bayrı, şöyle açıklıyor:
... çalgılı kahve şairlerinin mazlûmu daima haklı, zalimi daima haksız sayan halk zihniyeti içinde yetişmiş oldukları göz önünde bulundurulursa, umumiyetle masallarda ve halk hikâyelerinde olduğu gibi, destanlarda mutlak surette ölenin iyi ve öldürenin fena olduğunu kabul eden ruhî haleti kendi kendimize izah etmiş oluruz.(26)
Destanları etkileyici kılan konuların işlenişine ilişkin son öğe de budur: Ölenle öldürülenin kişilikleri arasındaki karşıtlık. Kötünün, olumsuzun kazanması; iyinin, olumlunun ölümünü daha da dayanılmaz kılar.
Külhanbey - Tulumbacı destanlarından iki örnek
Destan-ı Yorgancı Sadık
Kocakârıların Hikâyesi
DESTANLARIN YAPISI
Konuların işlenişine ilişkin söylenenler destanların yapısına da büyük ölçüde açıklık getiriyor. Sunumun, dilin ve tiplemenin bir olması, yapısal yönden destanların bir örnek olduklarını gösteriyor. Ancak bir örneklik söz konusu öğelerdeki özdeşlikle sınırlı değil; iskelete dek sinmiş bir şey. Belirtilen özdeşlik de iskeletin tüm destanlarda bir olmasının dolaysız sonucudur. Belirlenmiş bir yatakta akan suyun, etkileyemediği yatağın biçimini almasıdır bu. Bu yüzden destanların yapısına yakından bakmakta yarar var. Özellikle ölme, öldürme olaylarının konu edinildiği destanların dört bölümden oluştuğu görülüyor. Bu bölümlerin içeriği kişi, yer adları ve olay dışında, tüm destanlarda birdir. İlk bölümde ölen, öldürülen kendini tanıtır. Yaşını, semtini, işini söyler; kişilik özelliklerini sergiler. Böylelikle de alıcının olayın kahramanı ile tanışması sağlanır. Konuya giriş iki türlü olur: Ölen, öldürülen kişi ya "Adım Bahaeddin yaşım on sekiz"; "Semtim Üsküdar idi, ismim Rıza"; "Ünvânım çulhayan nâmımız Dikran" diye söze başlar; ya da "Diyneyin yaranlar hal-i ahvalim" diye başlar. Alıcının anlatılacak olaya hazırlandığı bu bölüm gerilimsiz, ama sırlarla doludur. Mertliği, mazlumluğu, iyiliği vurgulanan kişinin başına bir şeyler geleceği imlenir çünkü. İkinci bölümde olay öykülenir. İlk bölümde kişilik özellikleri sergilenen kişinin nasıl öldüğü, öldürüldüğü anlatılır. Olayda taraf olanlar tanıtılır. Bu bölüm dramatik bir hava taşır. Gerilimin giderek arttığı gözlenir. Olaya taraf olanlar ile öldürülenin kişilik özellikleri arasındaki karşıtlıkla başlar ve öldürülme anında doruğa ulaşır. Öldürücü vuruşun yapıldığı anda ölenin düşündükleri, doruk noktasıdır. Üçüncü bölümde ölenin, öldürülenin yakınlarının durumu betimlenir. Gözü yaşlı bir eş, öksüz kalan çocuklar, saçını yolan ana, beli bükülen baba, yıkılan kardeşler, üzüntülü arkadaşlar ve yazıklanan tanıdıklar. Duygusal dozun en yüksek olduğu bölüm budur. Gerilim, azalarak sürer. Son bölümde, gömme süreci anlatılır. İkinci bölümde dalga dalga yükselen gerilim, bu bölümde özdeş biçimde söner. Destan genellikle ölümlülere verilen öğütlerle son bulur.
Yukarıdaki model tüm destanlar için geçerli. Öyle ki kişi ve yer adları ile olayı değiştirerek bir destanı bir başkasına dönüştürmek çok kolaydır. Böyle olmasa herhangi bir olay sıcağı sıcağına destan konusu yapılamaz ve ısmarlama destan üretilemezdi.
DESTANLARDA KÜLHANBEY-TULUMBACI ÇEVRESİ
Destanlarda toplumu etkileyen savaş, yangın, yer sarsıntısı, salgın, öldürme gibi olayların yanı sıra ve daha çok külhanbey-tulumbacı çevresinde sivrilen kişilerin serüvenlerinin konu edildiğini belirtmiştim. Bu kümeye giren destanlar söz konusu çevrenin aynası gibidir. Onlara bakarak hem külhanbeylerin, tulumbacıların yaşadıkları ortamı ve serüvenlerini; hem de yaşadıkları ortama damgasını vuran değerleri saptayabiliriz. Böyle bir yaklaşımla dinleyici, alıcı kitlesine ilişkin önemli ipuçları da elde edilecektir. Önceden de belirttiğim gibi, Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatı örnekleri arasında alıcıyı belirli bir ruhsal duruma sokan, dolayısıyla da etki gücü en yüksek olanları destanlardır. "Ak sakallısından yok sakallısına", dinleyicilerin tümünün, "gözyaşları" ile ve hatta "hüngür hüngür ağlayarak" karşılık vermeleri de bunu gösteriyor. Anlatılanla, dinleyenin özdeşleşmesi, ilkinden ikincisine açılmayı ve alıcıya ilişkin çıkarımlarda bulunmayı olanaklı kılar. İlgiyi çeken ilk nokta, bu kümeye giren destanlarda, daha çok ölme, öldürülme olaylarının konu edinilmesidir. Eldeki örneklerin büyük çoğunluğunda külhanbeylerin, tulumbacıların öldürülmeleri konu edinilir. Bunda yadırganacak bir yan da yoktur. Çünkü külhanbey-tulumbacı çevresinde tek değer güçtür. Salt yükselmek için değil, ayakta durabilmek, başkalarına yem olmamak için de güçlü olmak gerekir. Güçlü imgesi yaratmak ve onu korumayı başarmak saygınlığın temel koşuludur. Parmakla gösterilir olmak, parmakla gösterileni alaşağı etmekle olasıdır bu çevrelerde. Parmakla gösterilen de öyle yaparak ulaşmıştır o noktaya. Yorgancı Sadık Destanı'nın ana kişisi Yorgancı Sadık'ta da görebiliriz bu özlemleri:
Bir zamanlar gezerdim ben ateş meşrep
Yiğitlik bahsini güder idim hep
Kahramanlık aklü fikrim ruzü şeb
Böyle yazmış idi hükmüm yaradan(27)
Bundan kavganın bu çevrenin temel gerçeklerinden biri olduğu sonucuna varılabilir. Gerçekten de külhanbey-tulumbacı çevresinde her an fırtına kopabilir. Yangın yerine gidilirken bir sandık diğerine yetişirse "yumruklara tükürükler basılır, muştalar parmaklara geçirilir, usturpalar bileklere dolanır"(28); "Tutulan" mânici "mat" mı oldu, "şipşak gırtlak gırtlağa" gelinir, kahvedekilerin ağız tadı bozulsun istenmiyorsa "kuytu bir köşebaşı yahud civardaki viranelerden biri boylanır, kozlar paylaşılır."(29) "Kırık"a ya da "aftos"a yan mı bakıldı, silaha davranılır. Usa gelecek gelmeyecek daha nice durum kavga nedenidir. Çoğu zaman neden de gerekmeyebilir. Durduk yere de çıkabilir kavga. Birinden "gıcık" mı kapıldı, hemen "fiyakası" bozulur; gidilen yerde beklenen ilgi gösterilmedi mi, "gözdağı" vermek için ortalık altüst edilir. Tulumbacıların yaşamlarından alacağımız kesitlerle de doğrulayabiliriz bu gerçeği:
1908'de, Meşrûtiyet'in ilânının ilk günlerinde Beylerbeyi'nde bir yangına giderken Toygarlı Rıza'nın da içlerinde bulunduğu Üsküdar Karakollular, önleri sıra giden Paşakapuluları Paşalimanı'nda yetişip tutmuşlardı. ... Tulumbacılığın pis geleneği olarak âdi bir adam olan Davud'un savurduğu koca saldırma Toygarlı Rıza'nın kasığına saplanmışdı. Zavallı genç, arkadaşları tarafından bir sedye içinde eczahane eczahane dolaştırılmış, güzel delikanlı feryad ede ede sabaha karşı ölmüşdü.(30)
Martdokuzlu Ali geçen asrın sonlarında Üsküdar'ın namlı bir tulumbacısı, hem de gayetle pençeli bir kabadayısıydı. ... bir meseleden kin güden Dâire tulumbacılarından Kara Mehmet, Martdokuzlu Ali'yi gafil avlayıp kasığından bıçaklayıp kaçmış(tır).(31)
Tulumbacı Yazmacı Kız Artin, çok sevdiği ve yine Artin adında bir omuzdaşını müdafaa yolunda Çopur Yervant adında erâzilden bir sabıkalıyı meyhânede bıçakla vurmuş, öldürmüştür.(32)
Tulumbacı Mahzun Bahaeddin, yüz vermediği paşa eşinin kurbanı olur. Kocasının tuttuğu üç kiralık katil, genç tulumbacıyı bütün habâset, mel'anet ve şenaatleriyle hırpalayarak, ayrıca onbeş yerinden de bıçaklarlar.(33)
Tulumbacı Dikran Çuhacıyan, 1880'de Kumkapı'da bir meyhanede üç balıkçıyı tabanca ile yaraladıktan sonra balıkçı reislerinden Tekvor Reis'i bıçakla katletmiş(tir).(34)
1897 ile 1900 arasında Cibâli Sandığı uşaklarından ve tulumbacıların şâkilerinden, âdem ejderhâsı bed tıynet, bed ahlâk bir rezil Kürd Dilâver ... Reşid adındaki delikanlıyı habâset ve mel'anet yolunda öldürmüştür.(35)
Tulumbacı Trabzonlu Laz Dimitri, 1880'de Galata'nın namlı şıkırdım bıçkınlarından olub dâima yanında gezdirdiği ... şabıemred Yani'yi akşam üstü bir meyhâne âleminden sonra Yağkapanı iskelesinde bıçakla vurup öldürmüştür.(36)
Tulumbacı Deligâvur Angelidis, yaşamını anlatırken, "... çapkınlık itlik yollarında girmediğim yer, boyanmadığım boya kalmadı..." der.(37) Tulumbacı Küpeli Beyoğlu "umumhânecilerle meyhânecilerden, kumarhânecilerden haraç alarak (ve) topladığı haraç paralarını ... Rum gençleri ile rezilâne" yiyerek yaşar.(38) Tulumbacı Kozlucalı Tahir içinse, Üsküdarlı Vasıf Hoca, "Tanıdığımda bütün Üsküdar'ın yaka silktiği bir itti..." der.(39)
Buraya değin söylenenler tulumbacı çevresinin ana çizgilerini ortaya koyuyor. Kabadayılar ordusunu besleyen en önemli kaynak da bu çevredir. Böyle bir çevreyi konu edinen destanların ölme, öldürme olayları üzerinde yükselmesinden daha doğal bir şey olamaz. Yukarıda yaşamlarından kesitler sunulan Toygarlı Rıza, Yazmacı Kız Artin, Mahzun Bahaeddin, Dikran Çuhacıyan, Gürcü Reşid, Trabzonlu Laz Dimitri, Küpeli Beyoğlu da destan kişileridir. Destanlarda ilgiyi çeken ikinci nokta söz konusu çevrede eşcinsel ilişkinin son derece yaygın olmasıdır. Üsküdarlı Vâsıf Hoca'nın İnce Dimitri için yazdığı destanla Trabzonlu Laz Dimitri'nin ağzından balıkçı çırağı Yani için bir altın karşılığında yazdığı destanda bunu açıkça görebiliriz:
... İçim yanarak misâli külhan
Dildârı soydum dayanamadım
Ama gel gör ki ben de soyunup
Halvet olub da yıkanamadım ...
Geçen yangında cihan yandı da
Yar ateşiyle ben yanamadım ...
Şarâbı lâ'li lebi ile mest
Dile düşmekden sakınamadım(40)
... Mestâne gözleri var kırlangıcın kanadı
Sırma perçemli yârim İspiro güzel adı
... âşıka cevrü cefâ durmaz sözünde bir gün
İllerle muhabbeti illerle dernek düğün
... İspiromun aşkına her gün çekerken kürek
Ayağımda zincirler meskenim oldu kürek(41)
Yukarıdaki şiirlerde sözü edilen sevgili, kadın değil erkektir. Konu ile ilgili diğer çalışmalarda da söz konusu çevrede eşcinsel ilişkinin yaygın olduğuna değinilir. Sözgelimi Ercüment Ekrem Talu, bir külhanbeyin yaşamını konu edindiği Kodaman adlı romanında böyle bir olaydan söz eder. Kasımpaşa Haddehanesinde yatılı öğrenci olan yoksul esnaf çocuğu Yaşar, okul arkadaşlarından Saim'in eşcinsel isteklerine boyun eğmemek için katil olur. İlkin kendinden başkası ile görüşmemesi için gözdağı vermeye kalkışır ona Saim, ardından yolunu keser. Yaşar da öldürmek zorunda kalır onu. Şöyle anlatır Talu:
... Onun arkadaşlığını, mektepte arıyanlar çoktu ve bir iki kişi ile samimî olup diğerlerini ihmal etmesini çekemiyorlardı. Bu çekememezliğe birtakım gizli suiniyetler, çirkin duygular da karışıyordu. Memleketin o vakitki ahlâk bozukluğu mekteblere de sirayet etmişti. İçtimaî bünyemizde bu gayri tabiî temayüller cılk bir yara teşkil ediyordu. Temiz ve yüzüne bakılır gençler, bu yaraya temas etmemek endişesile mütemadiyen mücadeleye yahut ki cahil kalmağa mahkûm gibi idiler. Mekteblerin talim heyeti de bozuktu. Onlar da ya bu çirkinliklere lâkayıt kalıyor yahut ki iştirak ediyorlardı.(42)
Kodaman yazınsal bir metin. Dolayısıyla da anlatılanların kurgusal olduğu düşünülebilir. Ama tanıklıklar da var bu konuda. Sözgelimi Burhan Felek Yaşadığımız Günler'de şöyle diyor:
Paşakapısı İdadîsi denilen mekteple evimizin arası yaya beş dakikalık bir mesafe idi. Ama ben gene birinin refakatinde giderdim. Çünkü İdadînin şöhreti pek parlak değildi. Zaten bunu mektebe girdikten sonra da gördüm. Ne var ki ikinci sınıfa imtihanla girdiğim için çalışkan talebe diye biraz korurlardı. Kim korurdu? Mektep idaresi, hocalar ve mektebin üçüncü dünyası olan külhanbeyi güruhu! Esasen bizim gibi sabi sübyanların değil, üçüncü sınıfa geçmemiş talebenin hele aile çocuklarının giremediği bir yasak bölge vardı. Abdesthane arası! Alt kapıdan girince sol tarafta üç ayak taş merdivenle çıkılan sarı badanalı ve pek eski bir yapı olan bu abdesthaneler sıra ile yapılmış geniş helâlar idi. Buranın şöyle içeriye dönük bir de aralık kısmı vardı. Çocuklar ders aralarında yani dinlenme saatlerinde baştaki bir iki abdesthaneye girebilirlerdi. Herkes derste iken oraya girmek veya her zaman daha içerideki helâlara girmek tehlikeli idi. Bu gerçeği dört sene görmüş bir kişi olarak burada yazmayı vazife bilirim. Bu yasak bölge mektebin ipsiz külhanbeyi takımının karargâhı idi. Buraya eli bıçaklı, döne döne atlı karıncaya dönmüş kazık gibi herifler ve bir de eli ayağı tutan gözü pek herkesin saydığı büyük yaşta talebeler girerdi. Burada yapılan en hafif kabahat, mekteplerde yasak olan sigara içmekti. Bütün bu külhanbeylik âleminin iki tasası vardı. Birisi kabadayılık, ya bilek kuvveti, ya silâh kuvveti ile. İkincisi de cinsî sapıklık!. Ama bu yalnız Üsküdar İdadîsine mahsus bir ahlâksızlık değildi.(43)
Felek, daha sonra Sezai adında üçüncü sınıftan bir çocuğun, tutkun olduğu dördüncü sınıftan Sadrazam ve Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın torunu Muhittin beyi yüz vermediği için tabanca ile vurduğunu belirtir.(44) Öte yandan Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler'de dönemin ünlü kabadayılarından Arif Bey için "onda garip huylar, is'afı kolay olmayan arzular vardı" diye söz eder.(45) Galata'da Manolaki adında genç ve güzel bir Rum garsonla Beyoğlu'nda Taki adlı garsonun hizmetinden çok memnun kaldığını, ancak Manolaki'ye daha mütemayil bulunduğunu ekler.(46)
Yukarıda tulumbacıların yaşamlarından alınan kesitler de bu gerçeği doğruluyor. Eşcinsel ilişki söz konusu çevrede oldukça yaygın ve meşrudur. Bunun en önemli göstergesi, Üsküdarlı Vâsıf Hoca'nın Trabzonlu Laz Dimitri'ye ilişkin şiirini, Hendek Sandığı'ndan gelen arkadaşlarının isteği üzerine yazmış olmasıdır. Olayın önemi şurada: Arkadaşları, eşcinsel tutkusunun kurbanı olan Laz Dimitri'nin bir destanla yüceltilmesini istiyorlar. Bunun için para bile ödüyorlar. Söz konusu ilişki biçimi yadırganıp ayıplansa, arkadaşları, Laz Dimitri'nin destan konusu yapılmasını değil, yapılmamasını isterlerdi. Eşcinsel ilişkinin yaygın olmakla kalmayıp meşruluk da kazandığını gösterir bu. Söz konusu sapık ilginin sıradan bir ilgi olmayıp tutku düzeyine eriştiğini de yine destanlardan öğreniyoruz. Sözgelimi Tulumbacı Balıkçı Dikran, yangından yangına yanına uğrayan mahbubu ile birlikte olabilmek için sürekli yangın çıkmasını bile diler:
Yangından yangına uğrar koğuşa
Hasret ile çekdirmeye âgûşa
Yâ Rab ne garip bir cilve-i kader
Yâri görmeye bir lâne tutuşa(47)
İlgi çeken üçüncü ve son nokta ise söz konusu ilişki biçiminin, alıcı kitlesince yadırganmaması dahası doğal karşılanmasıdır. Bunun tartışmasız göstergesi alıcıyı en çok etkileyen, onu belirli bir ruhsal duruma sokan tek türün Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatındaki destan olmasıdır. Dinleyici kitlesinin durumuna ilişkin gözlemlerle, tanıklıklarla destanların dolaşım hızına ilişkin bilgileri girişte sergilemiştik. Eşcinsel ilginin odaklaştırıldığı destanlar için de geçerli bunlar. Semaî kahvelerinde belirli destan örnekleri değil, tüm destanlar okunuyor çünkü. Yayımlananlar için de benzer şeyler söylenebilir. Diğer bir deyişle genç erkekten kadına özgü nitelemelerle söz edilen destanlar da gerek okunarak gerekse de yayımlanarak alıcıya sunuluyor. Alıcı da bunları diğerlerine gösterdiği tepkilerle tüketiyor. Dolayısıyla, söz konusu ilişki biçiminin alıcı kitlesince yadırganmadığı, hatta onaylandığı rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda verilen örneklerin yanı sıra, aşağıda, "mahbub dostluk ile tanınmış" ve "tutulduğu" "kasap Filip denilen genç çırak"ın kendisine yüz vermemesi üzerine canına kıyan tulumbacı Kafesçi Ahmed Bedri için yazılan destandan alınan bölüm de söylediklerimizi doğrular:
Akşamı eyledik oldu saat bir
Yanımdan yoldaşları savdım bir bir
Zirâ budur yâre gitmede tedbir
Lâkin çekmişdim fazlaca kafayı
Meyhânenin kapusuna dayandım
Dedim Filip aç kapuyu ben yandım
Tahammül kalmadı candan usandım
Merhamet et sever isen İsâ'yı
Lâkin yârim bana cevap vermedi
Kulak verdim nedir Filip'in derdi
Biriyle urumca kelâm ederdi
Karardı gönlümün direhşan ayı
Üfürdü şamdanı bir zulmet sardı
Saat bir buçukdan ikiye vardı
Açmadı kapuyu gözüm karardı
Çekdim sağ yanımdan soktum kamayı(48)
Ek bir açıklamayı gerektirmeyecek ölçüde açık her şey. Erkek sevgilisinin kendisini aldattığını düşünerek kıskançlık krizleri geçiren Kafesçi Ahmed Bedri umarsızlıktan canına kıyıyor. Bu ve benzeri destanlar alıcı kitlesince yadırganmadan, dahası benimsenerek tüketiliyor. Eşcinsel ilişkinin konu edildiği ve alıcı kitlesinin tepki gösterdiği destanlar da var. Ancak onlarda tepki gösterilen eşcinsel ilişki değil bunun ırza geçme biçiminde gerçekleşmesidir. Buna âşık Râzi'nin Mahzun Bahaeddin'in Destanı ileTophaneli Fehmi'nin Destanı örnek gösterilebilir.
EŞCİNSELLİĞİN GERİSİNDE YATAN
Gerek külhanbey-tulumbacı çevresinde eşcinselliğin yaygınlığını, gerekse de alıcı, tüketici kitlesinin tutumunu açıklayabilmek için eşcinselliğin Osmanlı toplumundaki durumuna eğilmek, dahası genel olarak doğulu özel olarak da Müslüman toplumlardaki görünümüne bakmak gerekiyor. Ancak bunu böyle bir yazıda gerçekleştirmeye olanak yok. Bunlar bağımsız bir çalışmayı gerektirecek ölçüde kapsamlı bir konunun öğeleridir. Dolayısıyla da burada, söz konusu olgunun külhanbey-tulumbacı çevresi özelindeki durumuna kısaca değinmekle yetineceğiz. Külhanbey-tulumbacı çevresi kadının her türlü ilişkinin dışında tutulduğu bir toplumda yer alıyor. Toplumda egemen olan kadın anlayışının bu çevrede de geçerli olması son derece doğal. Ne var ki kadına bakış, bu çevrede, çok daha özgül çizgilere sahip. Kadınla erkeği eşit görmemekte oldukça ileri gidiliyor. Yatay ilişkilerde yeri bulunmayan kadın, sıradan bir cinsel nesne olarak algılanıyor. Ataerkil yaklaşımın kadını yükümlü kıldığı analık, eş olmak gibi işlevler bile bir yana iteleniyor. Kadın, cinselliği ile özdeşleştirilerek onunla tanımlanıyor. Öte yandan söz konusu çevrenin temel gerçeği güçtür. Cinsellik de gücün kanıtlandığı, üstünlüğün duyulduğu edimlerden biri olarak görülüyor. Bu ise bir yandan kadına bakışı etkiliyor, diğer yandan da eşcinselliği kışkırtıyor. Antropologları selâmlık düzeni diye adlandırdıkları yapının tüm öğelerini külhanbey-tulumbacı çevresinde de buluyoruz. Kate Millett söz konusu yapıya ilişkin olarak, şunları söylüyor:
... Selâmlıklardaki ufak oğlanların durumu öylesine aşağıdır ki, bunlara genellikle hamilerinin karısı denir. Buradaki karı sözüyle cinsel nesnenin yeri ve aşağılığı belirlenir. Toy çocuklar, yaşlıların ve daha güçlü olanların erotik ilgilerini çekerler. Bu ilişkiye Samuray düzeninde, doğudaki dinsel kurumlarda ve Yunan cimnazyumunda rastlanır.(49)
Millett'nin sözünü ettiği olgu, adlandırmadaki küçük bir değişiklikle, külhanbey-tulumbacı çevresi için de geçerli. Karı yerine, "kırık" kullanılıyor bu çevrede. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey de belirtiyor bunu:
Kopukların çoğu 15-16 yaşlarında iken kendilerince nüfuzlu addolunan ve biraz yaşını almış olan azılı ve edepsizlere sığınır ve onların koltuğu altında yaşarlar. Bu gençlere, aralarında "filânın kırığı" denir.(50)
Millett'nin antropolog Hays'tan yaptığı şu alıntı da konumuz açısından önemli:
Genç oğlanlarla cinsel ilişki kurmak ve onu bir kadın durumuna getirmeye çalışmak, yaşlı savaşçının güçlü olma özlemini giderir, kendisine rakip olarak yetişmekte olan erkeğe beslediği düşmanlık duygusunu doyurur.(51)
Yukarıda cinselliğin külhanbey-tulumbacı çevresinde gücün kanıtlandığı, üstünlüğün duyulduğu edimlerden biri olarak algılandığını belirtmiştim. Hays'in sözleri bunun gerisinde yatan ruhbilimsel etkene büyük ölçüde açıklık getiriyor. Etkin eşcinsel hem karşısındakini aşağılıyor, hem de gücünü kanıtlıyor. Özetle, gücün tek değer durumunda bulunduğu çevrede cinselliğin gücün kanıtlandığı edimlerden biri olarak görülmesi eşcinselliği ayakta tutan ve yaygınlaştıran temel öğedir.
DESTANLARIN OKUNUŞU, ÜNLÜ OKUYUCULAR VE DESTANCILAR
Noktayı koymadan önce destanların okunuşuna, ünlü okuyucularla destanlara da kısaca değinelim. Ahmet Rasim, "Destanlar" adlı yazısında, destanların özel bir biçimde okunduğunu belirtir ve şunları söyler:
... Destanlar da mâniler gibi, fakat ayrı şekilde söylenmedikçe taşıdıkları nükteleri açığa vurmazlar. Şarkı biçiminde söyleme bunların da ruhudur. Bunlar rast makamında okunur ve giriş olarak:
Tay raram tay ram, tay raram tay ram
Tay ra ra ray ram, ray ra ra ray ram
hususî deyişine uygun düşen şarkı şekline veya söyleyişine dökülür. Sonra yine mâhûr üzerinden özel bir deyişle metin okunur, her kıt'a bitiminde giriş tekrar edilir. Benim bildiğim zamandan beri semaî kahvelerinde okunan "külhanbey şarkıları" çeşidinden sayılır. Fakat eski kabasaz takımlarında da okunur ve bir özel zevkle dinlenirdi.(52)
Ahmet Rasim, daha sonra eski kabasaz takımları eşliğinde destan okuyan başarılı okuyucuların adlarını da verir:
Bu sazlarda şair Serkiz adında bir Ermeni şarkıcı ile oğlu Mihran, özellikle Sarı Onnik sivrilmiş ve şimdi bu yolda okuyanlardan kala kala bir Ovrik Efendi kalmıştır.(53)
Üretici olarak ise, yalnızca Ermeni saz şairlerinin adlarını anar.
Derviş Hampar, Meydanî, Lenkiya, Dîdadî, Harabat Haçik, âşık Şirinî, Mihrî, Püryanî geçen asrın son Türk saz şairlerindendi. Sevdaî, Salikî, Sabriya, Enverî, Nutkiya, Resmî, Ahterî, Namiyâ da ünlülerdendir. Evet, bunlar, hem okurlar hem çalarlardı.(54)
Osman Cemal Kaygılı, "Zaten çok hazin olan Komiser Hüsameddin'in Destanı'nı ses, eda, tavır itibarile en hazin söyleyenler arasında Bahriyeli Yusuf Kenan ile Alaşehirli Mehmet, Beygirci Tosun en ileri gelenlerdendir" der(55) ve ekler: "Hatta bir gece Keçecilerli Ömer Reis'in kahvesinde Yusuf Kenan bu destanı söylerken ellerinde mendil ağlamayan hiç kimse kalmamıştı"(56) Üretici olarak da üç kişinin adını verir: Zeytinburnulu Konik Mustafa Çavuş,(57) bedesten bekçilerinden Yaylalı Halim Ağa (Baba)(58) ve Deli Hakkı.(59)
Mehmet Halit Bayrı'nın verdiği bilgiler ise şöyle:
Ahmet Derûnî, Behçetî, Dercî, Deli Hakkı ve Halim Baba ile Memduhî'nin destan söylemekte çok başarı gösterdikleri rivayet edilmektedir.(60)
1 Külhanbey-Tulumbacı Edebiyatını, külhanbey, tulumbacı zümresinin kabadayıca zevklerine uygun olan edebî tarz biçiminde tanımlayabiliriz. Bkz. Tahir Alangu, Çalgılı Kahvelerdeki Külhanbey Edebiyatı ve Numuneleri, İstanbul Yazıları, 1943, No.10.
2 Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, Haz. Hikmet Dizdaroğlu, 1969, Devlet Kitapları, s. 261.
3 Ahmet Rasim, age, s. 262.
4 Osman Cemal Kaygılı, İstanbul'da Semaî Kahveleri ve Meydan Şairleri, 1937, Eminönü Halkevi Dil, Tarih ve Edebiyat Şubesi Neşriyatı II, s. 21.
5 Osman Cemal Kaygılı, age, s. 22.
6 Sermet Muhtar (Alus), "Semaî Kahveleri", Yeni Mecmua, 1939, sayı 12, s. 27.
7 Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Tulumbacıları, 1981, Ana Yayınevi, s. 307.
8 Koçu, age, s. 109.
9 Koçu, age, s. 139.
10 Koçu age, s. 290.
11 Koçu age, s. 190.
12 Koçu age, s. 252.
13 Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara, 1969, Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 93.
14 Dizdaroğlu, age, s. 93.
15 Dizdaroğlu, age, s. 94.
16 Dizdaroğlu, age, s. 95.
17 Dizdaroğlu, age, s. 95.
18 Kaygılı, age, s. 21.
19 Kaygılı, age, s. 21.
20 Alus, age, s. 27.
21 Mehmet Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, İstanbul, 1947, Türkiye Yayınevi, s. 24.
22 Bayrı, age, s. 27-28.
23 Kaygılı, age, s. 24.
24 Kaygılı, age, s. 25.
25 Mehmet Halit Bayrı, "Yorgancı Sadık Destanı", Kalem, 1939, sayı 13, s. 25.
26 Bayrı, age, s. 27-28.
27 Bayrı, age, s. 25.
28 Sermed Muhtar Alus, "Onikiler...", Tefrika No: 21, Cumhuriyet, 29 Haziran 1935.
29 Alus, agt, No: 3.
30 Koçu, age, s. 139-140.
31 Koçu, age, s. 160.
32 Koçu, age, s. 166.
33 Koçu, age, s. 177.
34 Koçu, age, s. 219.
35 Koçu, age, s. 245.
36 Koçu, age, s. 252.
37 Koçu, age, s. 166.
38 Koçu, age, s. 289-290.
39 Koçu, age, s. 354.
40 Koçu, age, s. 250.
41 Koçu, age, s. 253.
42 Ercümend Ekrem Talu, Kodaman, İstanbul, t.y., Semih Lûtfi Matbaa ve Kitapevi, s. 76.
43 Burhan Felek, Yaşadığımız Günler, İstanbul, Nisan 1974, Milliyet Yayınları, s. 17-18.
44 Felek, age, s. 20.
45 Samih Nazif Tansu, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Anlatan: Galip Vardar, İstanbul, 1960, İnkılâp Kitabevi, s. 29.
46 Tansu, age, s. 167.
47 Koçu, age, s. 222.
48 Koçu, age, s. 187-188.
49 Kate Millet, Cinsel Politika, İstanbul, Şubat 1973, Payel Yayınevi, s. 88-89.
50 Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Haz. Niyazi Ahmet Banoğlu, İstanbul, t.y., Tercüman 1001 Temel Eser: 13, s. 91.
51 Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, age, s. 89.
52 Ahmet Rasim, age, s. 257-258.
53 Ahmet Rasim, age, s. 258.
54 Ahmet Rasim, age, s. 258.
55 Kaygılı, age s. 25.
56 age, s. 25.
57 age, s. 25.
58 age, s. 25.
59 age, s. 25.
60 Bayrı, İstanbul Folkloru, s. 76.
No comments:
Post a Comment